AB-I HAYAT

Gece, şehrin üstüne bir örtü gibi serilmiş, gökyüzü karanlığa bürünmüştü. Yıldızlar birbirinden uzak ama keskin bir titizlikle parlıyordu. Taşlar, yılların derin ağırlığını taşıyor, üzerine her basıldığında ayak izlerini hafızalarına kazıyordu. Atmosferde bir soğukluk vardı. İnsanın içi titremekteydi. Bu soğukluk sadece havadan değil taşların kendi tarihinden, kırık duvarların yıllar boyunca tuttuğu gölgelerden ve toprağın derinliklerinden geliyordu. Fenerimi yaktım; titrek ışığı kalıntıların arasında süzülürken, duvarların arasında küçük gölgeler sanki sohbet ediyormuşçasına kargaşa yaratıyorlardı. Her ışık huzmesi bana bir zaman rehberi oluyor gibiydi: yıkılmış, zamana yenik düşmüş bir kalenin sessizlik uğultusu, uzun bir koridorda kaybolmuş ayak sesleri… Fenerimin ışığını biraz daha ileri taşıdığımda karanlığın içinden şekiller beliriyordu. İlk bakışta rastgele taş yığınları sandım. Ama ışık büyüyünce onların sıradan taşlar değil, Aşağı Hisar’ın kalıntıları olduğunu anladım. Aşağı Hisar’ın kalıntıları bir köşede tarumar durumda sadece taş yığınından ibaretti. Bazı duvarlar yarım bazıları ise yeraltına gömülmüştü. Her bir taş kendi içinde bir yaşam taşıyordu. Unutmanın, bilinmezliğin sessiz ve yorgun tanıkları… Yıldızlar gökyüzünde, görünmez bir kalemin ucuyla göğe çizilmiş gibi işaretler bırakıyordu. Sanki “beni takip et” diyorlardı. Ve fener ışığım harabenin arasından göğe çıkıp yıldızlarla buluşuyordu. Artık sadece bir gece gezintisi değil geçmiş zamanın içine adım atmaktı. Bir an kendimi Aşağı Hisar’ın sağlam olduğu zamanda buluyorum. Adımlarım bir gizeme doğru gidiyordu. Orta meydana yaklaşıyordum. Kalıntıların arasında kalmış ve yosunlaşmış bir pınar belirdi. Su, sessiz ve belirgin bir ritimle hareket ediyordu; sessizliğin melodisine canlılık ekliyor. Ab-ı Hayat’ı daha önce Uzunçarşılı’nın Kütahya Şehri kitabından okumuştum. Dizlerimin üzerine çöktüm ve avuçlarımı suyla doldurdum. Soğukluk sadece fiziksel değildi; suyun berrak hafızasından mıdır bilinmez, geçmişin soğukluğunu taşıyordu. İlk yudumu içtiğimde tarifsiz bir huzur hissettim. Sanki binlerce yıllık susuzluğum dinmişti. Ardından içime bir boşluk doldu. Kendimden bir şeyler kaybolmuş gibiydi. Önce ismimi unuttum, sonra yüzümü… Bir anda ruhum eskiye bir yolculuk yapmaya başladı. O devirdeki tüm yaşanmışlıkları benimsiyordum. Hepsi zihnimin farklı katmanlarında çoğalıyor, vücudumun hücrelerinde volkanik zelzeleler oluşuyordu. Suyun hafızası da bana yavaş yavaş geçiyordu; eski anılar, unutulmuş olan her şey, zaman ve bilinmezlikler de beraberinde geliyordu. Ab-ı Hayat, sadece su ihtiyacı için değil, hatırlatmak için oradaydı. İkinci yudumu içtiğim anda, zamanın hızında ani bir değişiklik hissettim. Sanki taşların içinden geçen damlalar harekete geçmiş, gökyüzündeki yıldızlar bile yörüngelerini kaybetmişti. Nefes alışverişim bile ağırlaştı; havadaki nem, atmosferin soğukluğu ve suyun içindeki sessizlik birbirine karışarak beni içine çekti. İçtiğim her bir yudum, bana geçmişten bir anı veriyor, bunun karşılığında ise zihnimden bir parça koparıyordu. Ab-ı Hayat, ölümsüzlüğün kendisi değil, ölümsüzlüğün takas yoluyla kurulan yanılsamasıydı. Su bana yabancı hayatları ödünç veriyordu. Gözlerimin önünde binlerce yüz belirdi; hepsi bana aitmiş gibi tanıdık ama asla hiçbiri benim değildi. Kendimle başkaları arasında sınırlar siliniyor, ben yavaş yavaş çoğalırken aynı anda eksiliyordum. Kendime gelmek için suya doğru eğilip yüzümü yıkadığım sırada, suyun üzerinde kimsenin gölgesi olmayan bulanık siluetler belirmeye başladı. İlk başta kendi yansımamın kırılması sandım. Sonrasında öyle olmadığını anladım. Yoksa benden başka birileri de bu esrarengiz yolculuğa çıkmıştı? Etrafıma bakındım kimse yoktu. İyice suyun yüzeyine odaklandım ve anladım ki o siluetler zamanın kenarında yaşayan, fark edilmeyen ne ayak seslerini duyduğumuz ne de görülen yolculardı. Bazı siluetler bana tanıdık geliyordu sanki çocukluğumda bir an gördüğüm sonra unuttuğum bakışlar, eski defterime yazıp yarıda bıraktığım cümleler, kum gibi avuç içinden kayan anılar ve zaman… Hepsi gölgesizlerin üzerinde yeniden şekilleniyordu. Benim oradaki varlığım ise onların sadece bir zerresiydi. Kulağıma gelen bir ses bana “ Her unutulan anı, gölgesizlerin hanesine yazılır.” dedi. Ve fark ettim: gölgesizler, zamanın boşluklarında değil, bizim içimizde saklanıyorlardı. Onlar bir su yansımasında değil suskun kaldığımız anlarda, yarım bıraktığımız cümlelerde, özümüze yuva yapmışlardı. Benim gördüklerim ise kendi iç dünyamdı. Görünmeyen yanımın keskin bir işaretiydi. O işareti hissettiğim anda, ruhsal bir yolculukta olduğumu bildim. Zaman, sessizlik ve yol her an kendi dünyamda büyüyor büyüdükçe de içimde inanılmaz fırtınalar kopuyor, gizem büyüyordu. Geçmişte kaybolduğumu sandığım her şey aslında bende saklıydı. Yıldızların gökte çizdiği işaretler, benim içimdeki boşlukları dolduruyordu. Aşağı Hisar, sadece bir harabe değildi; kendi için aynasıydı. Adımlarım beni, kalenin taşları arasında beliren dar bir sokağa götürdü. Fenerin ışığı taşlara vurdukça, duvarlarda harflere benzeyen oyuklar görüyordum. Parmağımı taş duvara değdirince soğukluğu içimi ürpertti. O soğukluk, birdenbire tüm damarlarımda gezmeye başladı. Ve tekrar kulağıma gelen ikinci bir ses duydum. Ses bana “Unutulan her şey burada, taşların gövdesinde uyuyor. Ama sen hatırlamak için buradasın.” Dedi. Geçmişle bugünün arasındaki perde kalkmıştı. Bir an için gölgelerin arasında hareket eden bir siluet gördüm. Ona yaklaşmak istedim. Siluet geri çekildi. Ben her adım attıkça o da kalenin derinliklerine doğru çekiliyordu. Bir iz sürer gibi peşine düştüm. Koridorun sonunda, bir kapı belirdi. Bir cesaretle içeri adım attım. Pınarın suyu bu kapının ardında daha çoktu. Daha dikkatli bakınca taşların arasındaki nişler, gömülü kanallar ve yer yer ortaya çıkan havuzları gördüm. Bu yapı sadece savunma için yapılmamış aynı zamanda şehrin su ihtiyacını karşılamak, kaynağını güvenceye almak için tasarlanmıştı. Az ileride küçük ama dikkat çekici kalenin duvarlarıyla bitişik bir yapı vardı. Mimari yapısı altıgen planlı, tuğladan örülmüştü. Yanına meraklı adımlarla yaklaştım ve kapısına geldim. Derin bir nefes alıp, kapıyı aralayınca bir mescid olduğunu gördüm. Altındaki su yapıları, o dönemin hem teknik hem de toplumsal zekâsının bir göstergesiydi. Bizans temelli bir çekirdek, Selçuklu ve Osmanlı dokunuşları, zamanın üst üste koyduğu tamirler ve eklemeler… Aşağı Hisar, artık sadece bir kale değil kent belleğinin, yaşam ve su düzeninin yazılı olduğu bir atlas gibiydi. Fenerimi kapatıp taşlara yaslandım. Ruhum ve bedenim çok yorulmuştu. Mescide girip biraz dinlenmek istedim. Kafamın altına bir seccadeyi katlayıp yerleştirdim. Gözlerimi kaparken dışarıdan hâlâ suyun ritmi geliyordu. O ritim beni fark etmeden uykuya çekmişti. Tüm gece bana ninni olmuştu. Sabah olduğunda hemen uyanıp dışarıya çıktım. Yine günümüzdeki yerdeydim. Sabah güneşinin sıcak ve uzun kolları beni sarıyordu. Etrafıma baktığımda yine her şey normale dönmüştü. Kalenin duvarları yok olmuş, mescidin taş bedeninden başka bir şey kalmamıştı. Dün gece beni içine çeken o devasa pınardan geriye kalan incecik akan utangaç bir Ilıpınar vardı. Önce büyük bir hayal kırıklığı hissettim. Dün gece gördüklerim bir düş müydü? Yoksa zihnimin bana oynadığı bir oyun muydu? Ama sonra fark ettim ki gerçeklik suyun kendisiydi. Su, hem geçmişin hem de bugünün şahidiydi. Dün gece bana yüzyıllar öncesini fısıldayan oydu, sabah serinliğinde önümden usul usul akan da… İnsan, hatırladığı kadar vardır. Su nasıl kaynağından doğup binlerce taşın arasından süzülerek yolunu buluyorsa, insanın hafızası da öyledir. İçimde bir karar büyüyordu. Biliyordum ruhum hâlâ o geceki kalenin burçlarında dolanıyordu. İyice kendime geldikten sonra düşündüm kendime çizdiğim yeni yörüngedeki hedefim bu bilinmez kalenin hikâyesini yazıya dökmek olacaktı. Böylece kentin belleği korunmuş olacaktı. Çünkü bir yerin suyu az da olsa korunmuşsa, o yerin hikâyeleri de susuz kalmazdı. Su, yalnızca bedenleri değil, hafızayı da beslerdi. İşte o yüzden Ilıpınar’ın incecik akışı bana bir teselli veriyordu. Zayıflamış, belki yorgun ama canlıydı. Kalktım, son kez suya baktım. O an şunu düşündüm: belki de biz, suyun yolculuğuna eşlik eden birer yolcuyuz. Su, bizden çok daha uzun yaşar, çok daha şey bilir. İnsan, unutur da suyun hafızası unutmaz. Bundan dolayı Ab-ı Hayat’ın bana hatırlattığı şey sadece ölümsüzlük değil, suyun hafızasıydı. Adımlarımı atıp uzaklaşırken suyun sesi kulaklarımdaydı. “Unutma, senin hikâyen de bir gün bu suya karışacak…”