Geçen akşam birkaç gazeteci arkadaşımla kahve içerken yaptığımız absürt muhabbetten ortaya çıkan bir köşe yazısı ile yeni haftaya merhaba diyelim istedim.
Biz iki kişi ülkedeki ekonomik buhrandan dem vururken, diğer iki gazeteci de memleketin bolluk ve bereket içinde olduğunu savunuyordu. AVM’lerin araçlarla dolu olduğu, marketlerin ağzına kadar insanla dolup dolup boşaldığı ve kafeleri dolduranların keselerinin dolu olduğuna dem vuran arkadaşlar, bizim “alım gücü yok, hepsi kredi” iddiamıza “madem paraları yok yemesinler” deyişi beni gıcık etti. Neden paraları yok? Niye kazanamıyorlar? Alım gücü neden 2010’daki gibi değil? Sorsana kendine bu soruları diyemedim ya ona yanarım.
Hemen lafa atladım, “Norveçli Lucas rahat rahat yer içerken, bizim Türk oğlu Türk Ali neden yemesin…” Dedim ya tartışma o kadar absürt ki iddia edilen saçmalıklara aynı ayarda saçmalık ile cevaplar yapıştırmaya başladığımı fark edip hemen “haklısın” deyip susmayı tercih ettim.
Marketten alışveriş etmek, kafede oturmak, lokantada yemek yemek ve hatta sinemaya gitmek bile zenginlik göstergesi sanılan bir memlekette yaşıyor olmamızın derin bir üzüntüsü sarıyor içimizi.
Oysa bunlar, gelişmiş ülkelerde herkesin temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra yapabildiği, sıradan gündelik aktivitelerden ibaret. Fakat bizde durum öyle değil. Bu basit sosyal etkinlikler artık birer lüks haline gelmiş durumda. Sinemaya gitmek için maaşın önemli bir kısmını gözden çıkarmak, dışarıda yemek yemek için iki kez düşünmek gerekiyor. Market raflarının önünde insanlar fiyat etiketlerini dikkatle inceliyor, indirimleri takip ediyor, almak istediklerinden vazgeçiyor.
Daha dün markette yaşlı bir amcanın elinde tuttuğu süt şişesini tekrar rafa koyduğunu gördüm. Yanında küçük torunu vardı. Torununun “Dede süt almayacak mıyız?” sorusuna, “Başka marketten bakarız” diyerek geçti gitti. O an içim burkuldu. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, o dede başka bir markete gitmeyecek. Gitse de süt almayacak.
Bunları anlatınca “madem böyle, AVM’ler neden dolu?” diye soran arkadaşlara verecek cevabımız elbette var. İnsanlar kredi kartlarıyla, taksitlerle, borçlarla yaşamaya alıştı. Borç ödemek için borç alıyoruz, günü kurtarmak için geleceğimizi ipotek altına alıyoruz. Hatta dileniyoruz, dilendiriliyoruz. Türk insanına bu reva mı? Hatta insana bu reva mı? İnsan hani eşrefi mahlûkattı? Ne oldu en şerefli yaratılana da bu kadar acziyete itildi?
Ekonomik göstergelerin makyajlandığı, büyüme rakamlarının gerçek olmayan refah algısı oluşturduğu bir düzende, sokaktaki insanın alım gücüne bakarak, gerçek tabloyu görmek mümkün. Gıda enflasyonu, kiralardaki artış, maaşların erimesi… Bunlar hepimizin günlük hayatında hissettiği gerçekler ama gelin görün ki, bazıları her şeyin yolunda olduğuna inanmamızı bekliyor.
İçinde yaşadığımız bu ekonomik düzende zengin olup olmadığımızı anlamanın en iyi yolu, basit bir kıyas yapmak. Eğer dışarıda yemek yemek, hafta sonu bir sinema bileti almak, çocuğuna süt alabilmek lüks haline gelmişse, bir yerde büyük bir sorun var demektir. Ve ne yazık ki, sorunu inkâr etmek, gerçeği değiştirmiyor. Biz hâlâ, kendimizi kandırarak “çok zenginmişiz” oyununu oynuyoruz.
Çocukken mahallede kız-erkek karışık bir halde evcilik oyunu oynardık. Evin annesi rolünü oynayan küçük kız hemen lafa atlar “çok zenginmişiz” diye başlatırdı oyunu. Baba rolünü oynayan da hep lüks araba isimleri sayıp bunları çocuklarına tanzim ederdi. Çocuk aklı işte, elimizde hiçbir şey olmadığı halde kendimizi zengin zannedip sevinirdik. Hava kararmaya başladığı zaman annemin camdan seslenmesi ile oyun biterdi. Üstümüz başımız tozdan topraktan geçilmez, eve varınca da annemizden fırçayı yerdik. Olsun be, bir süreliğine kendimizi zengin sandık ya, o yeterdi bize…
Sevgiyle kalın…
GÜZEL CÜMLELER
Mazlumun yanında olmayan, en büyük insan düşmanıdır.