-Eseriyle Gömülen Adam- Mehmet Âkif ERSOY

İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmet Âkif Ersoy, 1926-1936 yılları arasında yaklaşık on bir yıl Mısır’da yaşar. 1935’te orada hastalanır. Hastalığı Mısır’da uzun zaman yaşayanların yakalandığı sirozdur. Bu amansız hastalık 1936 yılının sonuna doğru iyice artar.

Yakın dostu ve hamisi Abbas Halim Paşa’nın vefat etmesi, kendisinin hastalanması ve bunlara eklenen vatan hasreti Mısır’dan ayrılıp yurda dönmesine neden olur. Âkif “Ölürsem de memleketimde öleceğim.” diyerek hasta hasta yurda döner.

Mehmet Âkif, İstanbul’da vapurdan iner inmez Prenses Emine Abbas onu Maçka’daki evine getirtir. Orada üç dört gün kaldıktan sonra Teşvikiye Sağlık Evi’nde tedavisine başlanır. Tedavisi imkânsız hale gelince oradan önce Mısır Apartmanı’na, bir süre sonra da Prens Halim Bey’in Alemdağı’ndaki Baltacı Çiftliği’ne götürülür, tedavisine orada devam edilir.

On beş günde bir, karnında biriken suları aldırmak için İstanbul’a götürülüp getirilen Âkif’in hastalığı her geçen gün artar ve 20 Aralık 1873 günü İstanbul’un Fatih semtinin Sarıgüzel mahallesinde dünyaya gelen, Fatih medresesi müderrislerinden Mehmed Tahir Efendi ile Buharalı Emine Şerife Hanım’ın oğlu, İstiklâl Marşı şairi Mehmet Âkif Ersoy 27 Aralık 1936 Pazar günü saat 17.45’te vefat eder.

Terekesi; bir kat elbise, bir şapka, bir mavzer tüfeği, bir istiklâl madalyası, yastığının altında birkaç lira ve bir saatten ibarettir.

Ertesi gün: 27 Aralık 1936 Pazartesi.

Mithat Cemal Kuntay, İstiklâl Marşı şairinin cenaze törenini şöyle anlatır:

 "Cenaze Beyazıt'tan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil.
Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. "Bir fıkara cenazesi olmalı" dedim. O anda Emin Efendi Lokantası'nın sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu, sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.

Al sancakla siyah Kâbe örtüsüne sarılan tabut, üniversite gençlerinin bir ürperme manzarası alan elleri üstünde gidiyordu. Cenazenin arkasında yekpare bir karaltı yürüyordu; bunda bir damla "teşkilât" yoktu; bunlar, bir işaretin bir teşekkülün topladığı insanlar değildi; kendi kendilerine gelenlerin saflarıydı; sırf cenazeye gelmiştiler ve bu, şahidi olmayan gözle dostluktu.

Cenaze arabası, tekerleklerinde, beygirlerinde şuurlaşan bir durgunlukla arkadan, uzaktan geliyordu.

Mezarlıkta "maket"ini almak istediler; bana danıştılar: "Tabutu açabilir miyiz?" Ona, bu kadar yakın olmaktan utandım, üniversite gençlerini gösterdim:

 -“Çocuklarına sorun!.” dedim.

İstiklâl Marşı'yla gömdüler. Fetih'ten beri şehrin toprağına kendi eseriyle gömülen ilk ölüdür Mehmet Âkif!"

O Mehmet Âkif ki, Kahire gecelerinde yalnız kaldığı zaman Leylâ’sını arayan Mecnun gibi Allah'a şöyle yalvarmıştı:

Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını

Bana çok görme İlahî bir avuç toprağımı

Allah, bu topraklar için toprağa düşenlerin destanını yazan Âkif’e bir avuç Anadolu toprağını çok görmez. İki yıl önce bir öğle namazının ikinci rekatında secdedeyken vefat eden ve Âkif’in, “Nâim’in vefat haberi üzerime dağ gibi yıkıldı.” dediği çok sevdiği arkadaşı Ahmed Nâim Bey’in yanına defnedilir.

Mehmet Akif Ersoy’un vefatı ülkede büyük bir üzüntüye sebep olur. Beyazıt Camisi’nde yapılan cenaze törenine onu seven binlerce genç ve dostları katılır; fakat resmi kişilerden ve kuruluşlardan katılan hiç kimse katılmaz.

Mehmet Âkif’in cenaze törenine bir hukuk fakültesi öğrencisi iken katılan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer 5 Ocak 1987’de Tercüman gazetesinde “Akif’in Cenaze Töreni” başlıklı yazısında o günü şöyle anlatır:

“…O zamanların ülkemizde egemen tek partinin otoriter düzeni içinde kimse idare ile çelişkiye düşmek istemediği için basında Mehmet Akif’in yurda dönüşü ve hastalığının seyri hakkında pek fazla haber yayınlanmazdı.

Bizler alana geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık, hep birlikte bekliyoruz.

Birden lokantanın ön kısmına bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük, iki kişi üzerine örtü dahi konmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun Mehmet Âkife ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzlerce genç ağlamaya başladı.

Gençler hemen Emin Efendi Lokantasının bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler. Sonra merhumun bir kısım arkadaşları gelmeye başladı ama ne vali ne belediye reisi ve ne de tek partinin zimamdarlarından hiç kimse ortalarda yoktu.”

O gün resmi bir cenaze merasiminin yapılmaması ve hiçbir resmi yetkilinin bulunmaması bir vefasızlık örneği olarak tarihe geçer.

Şimdi güneşler doğarken, güneşler batarken güzel ülkemizin bütün kalelerinde, kulelerinde, resmî kurumlarında, okullarında al bayraklar onun şiiriyle dalgalanmaktadır.

Ruhu şâd olsun.