-Hakk’a Vuslatının 751. Yıl Dönümünde-
GÖNÜLLER SULTANI HZ. MEVLÂNÂ
Anadolu’nun manevî fatihlerinden, büyük ilim ve irfan adamı, gönül dostu, Hak âşığı Mevlânâ Celâleddin Rûmî, 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan’ın Belh şehrinde doğdu.
Babası “Sultân’ül-Ulemâ” (Bilginlerin Sultanı) Bahâüddin Veled, annesi ise Mü'mine Hatun’dur.
Sultânü’l-Ulemâ Bahâüddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle ailesi ile birlikte -Mevlânâ henüz beş yaşındayken- 1212’de Belh’ten ayrılır.
Kader kervanı, Nişâbur’a, Bağdat’a, Mekke’ye, Medine’ye, Şam’a uğrar.
Nîşâbur’da büyük mutasavvıflardan Ferîdüddin Attâr küçük yaşına rağmen çok beğendiği Mevlânâ’ya Esrar-nâme isimli eserini hediye eder.
Şam’da Muhyiddîn İbnü'l-Arabî, “Sübhanallah, bir okyanus, bir denizin arkasından gidiyor.” diyerek hayrette kalır.
Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile gelinen Karaman’da yedi yıl kalınır. Mevlânâ burada Gevher Hatun ile evlenir, annesi Mümine Hatun burada vefat eder.
Bu yıllarda Anadolu’nun büyük bir kısmı en parlak devrini yaşayan Selçuklu Devleti’nin egemenliği altındadır. Konya da bu devletin başkentidir.
Alâeddin Keykubâd’ın daveti üzerine Sultân’ül-Ulemâ Bahâüddin Veled, ailesi ile birlikte 1228 yılında Karaman’dan Konya’ya göçer. Sultan Alâeddin, kendilerini muhteşem bir törenle karşılar.
Sultân’ül-Ulema bir müddet sonra 1231 yılının 12 Ocak günü vefat eder.
Mevlânâ, ilk feyzini babasından alır; ancak Tirmizli Seyyid Burhâneddin ile kemâle erer.
1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaşır. Şems, bir güneştir ve yanmaya hazır Mevlânâ’yı aşk ateşinin içinde yakıp tutuşturur.
Hayatını “hamdım, piştim, yandım.” sözleri ile özetleyen Mevlâna, Mesnevi, Divân-ı Kebîr, Fîh-i Mâfih, Mecâlis-i Seb’a, Mektubat gibi eserleri bırakarak 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’a yürür.
Vasiyeti üzerine cenaze namazını kıldıran Sadreddin Konevî bayılınca, Mevlâna’nın cenaze namazını Kadı Sirâceddin kıldırır.
Mevlâna için ölüm, “yeniden doğuş” günüdür. Sevdiğine yani Allah’ına kavuşacağı o güne “düğün günü” veya “kavuşma gecesi” anlamına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından “ah vah edip ağlamayın” diyerek şöyle vasiyet ediyordu.
“Mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.”
Gönüller sultanı Mevlânâ, bugün zâhiren ölü, mânâda diri, âriflerin gönüllerinde yaşamaktadır.
* * *
Mevlânâ, herkesi tek bir hakikate, aşka; Hz. Peygamber’in yoluna çağırır.
“Eğer sen sevgilini görmediysen, bulmadıysan niye aramıyorsun? Onu bulduysan, ona kavuştuysan neden sevincinden coşmuyorsun?” der.
“Ben yaşadıkça Kur’an’ın kulu, kölesiyim
Ben o temiz, pâk Muhammed’in yolunun toprağıyım” diyerek ateş olup yanar, volkan olup kaynar.
Aynanın güneşi aksettirdiği gibi Mevlânâ da kaynağından içtiği sevgiyi, muhabbeti, merhameti, hoşgörüyü aksettirir.
Ona göre, iman aşka dönüşmüyorsa, aşk bizi yüceltmiyorsa Türkmen Kocası Yûnus’un dediği gibi:
Balıklayın sudasın
Bilmezsin yudasın
Ömrün geçti içmedin
Umman arzu kılarsın.
O, bir veli hüviyetiyle gönülleri coşturmuş, bir bilgi kaynağı olarak insan aklını nûr ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden kurtarmıştır.
Kâinatta zerrelerden yıldızlara kadar her şey, bir dönüş halindedir. Maddelerin atomlarındaki elektronların, güneş, ay ve yıldızların hep bir merkeze yönelmiş dönüşleri onların varlığını sağlamıyor mu?
Bir an için o yörüngeden çıkış, o cezbeden kaçış onların sonu değil mi?
O halde, o sema’, o dönüş hakikatin ta kendisidir.
Her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Mevlânâ, sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür. O, herkesi sever, iyiyi de kötüyü de… Onun muhabbeti iyiyi oldurur, kötüye yol buldurur.
“Tortulu bulanık sular, sevgiyle arı, duru bir hale gelir.”