Fatih Sultan Mehmet bir Rum mimardan, kubbesi Ayasofya'dan daha büyük bir cami yapmasını ister.
Ancak mimar sütunların bu kadar büyük bir kubbeyi taşımayacağını düşünerek kendine göre ölçüp biçer ve camiyi yapar.
Yaptırdığı caminin Ayasofya'dan heybetli olmadığını gören Fatih, kendisinden izinsiz olarak mermer sütunları kesen ve camiyi küçülten Rum mimarın elini kestirir.
Mimar, haksız yere elinin kesildiğini, artık ailesinin geçimini sağlayamayacağını ifade ederek padişah hakkında davacı olur.
Galata ve Eyüp kadıları bir cihan padişahını yargılamayı göze alamazlar.
Bursa'da müderris iken fetihten bir süre sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından Üsküdar kadısı yapılan Sarı Hızır Efendi hiç tereddüt etmeden padişah hakkında davayı açar.
Kadı, sanık olarak mahkemeye çağrılan ve ayakta ifadesi alınan Fatih Sultan Mehmet'i haksız bularak kısas uygulanmasına, yani elinin kesilmesine, karar verir.
Bu karar karşısında şaşkına dönen Rum mimar, padişahın elinin kesilmesine razı olmaz ve şikayetini geri çeker.
Fatih Sultan Mehmet'in, mimara yüklü bir miktarda tazminat ödemesi ve ölünceye kadar günde yirmi altın vermesi şartıyla elinin kesilmesinden vazgeçilir.
Evliya Çelebi'nin anlattığına göre, mahkemenin kararından sonra, Fatih cüppesinin altından bir demir sopa çıkararak (bazı kaynaklarda kılıcını göstererek) kadıya, "Eğer benim padişah olduğumu düşünerek yanlış bir karar verseydin, bu demir sopayla senin başını paramparça edecektim." der.
Bunun üzerine Kadı Sarı Hızır Efendi oturduğu minderin altından çıkardığı hançeri göstererek, "Eğer siz de padişahlığınıza güvenerek benim kararıma itiraz etseydiniz, ben de sizi bu hançerle öldürecektim." der.
Son günlerde ülkemizde yaşanan hukuksal olaylar, ufak tefek farklılıklarla birçok kaynakta anlatılan bu hikâyeyi hatırlattı bana.
Fatih'in ve Kadı Hızır Efendi'nin hukuk ve adalet anlayışıyla, günümüz dünyasındaki hukuk ve adalet anlayışını kıyasladığımızda neden hâlâ bir hukuk devleti olamadığımız ortaya çıkmaktadır.
Durum oldukça vahim. Adalet terazisi şaşmış durumda. Siyaset kurumu ve siyasetçiler toplumun en güvenilmez kurumu ve kişileri olarak görülüyor.
İşlerine geldiği zaman "Yargı bağımsızdır, herkes yargının vereceği karara saygı duymalıdır." diyerek meydanları inletiyorlar, işlerine gelmediği zaman “Bu karar yok hükmündedir, tanımıyoruz.” diyorlar.
Verilen kararlar çıkarlarına hizmet ediyorsa "hukuka uygun", çıkarlarına hizmet etmiyorsa "hukuka aykırı".
Böyle hukuk anlayışı olmaz.
Demokratik bir hukuk devletinde, savcının emrini dinlemeyen bir emniyet, yargıya müdahale eden bir hükümet olmaz.
Demokratik bir hukuk devletinde hangi konumda olursa olsun, hiç kimse bir savcıyla ağız dalaşına girmez.
Bu ülkede devlet memurları işe başlarken, milletvekilleri ve üst düzey bürokratlar göreve geldiklerinde "hukukun üstünlüğüne bağlı kalacaklarına" dair yemin ederler?
Sonra? Sonrası malûm!
Sokrates ölüme mahkûm edildiğinde, "Beni suçlayanların üzerinizde nasıl bir izlenim bıraktıklarını bilmiyorum. O denli kandırıcıydı ki sözleri, kendi payıma ben onları dinlerken az kalsın unutuyordum kim olduğumu. Bununla birlikte inanın ki tek bir doğru söz söylememişlerdir." diyor.
Hadi bugün parlak ve yaldızlı sözlerle halkı kandırdınız diyelim. Kara gecelerde kara taş üzerinde kara karıncayı gören, her şeyi bilen, işiten Yaratıcı'yı nasıl kandıracaksınız?
Yarın kıyâmet gününde, Hak terazisine konduğunuzda ne yapacaksınız? Kulların terazisi yanlış tartabilir; ama Hak terazisi asla şaşmaz!
Yazımızı Anadolu’nun ilk klasik şairi Hoca Dehhânî’nin şu beytiyle bitirelim:
İster isen milk-i hüsn âbâd ola dâd eyle kim
Pâdişâhlar dâd ile milkini âbâd eyledi
(Güzellik ülkesinin gelişmiş ve bayındır durumda olmasını ister isen adaletli ol; ki padişahlar ülkelerini adaletle geliştirip bayındır hale getirdiler.)