HOMO LAQUENS: İNSANLIĞIN İZİNDE BİR BAKIŞ

İnsan olmak nedir? Bugün anlayabildiğim veya anlamlandırabildiğim kadarıyla siz değerli okurlara insan olmanın ne çerçevede gelişmiş olabileceğini ve gelecek yıllarda ne noktaya gelebileceğini aktarmaya çalışacağım.
İnsan, sadece biyolojik bir varlık değil, aynı zamanda "konuşan varlık" olarak karşımıza çıkıyor. Bu tanıma baktığımızda insanın yalnızca sesler çıkarmakla kalmayıp, karmaşık düşüncelerini, duygularını ve hikayelerini anlamlı bir şekilde ifade etme yeteneğini vurguluyor.
Lise yıllarımdan beridir üzerinde durduğun Homo Laquens yani konuşan(konuşkan) insan terimi insanın varoluşunun en temel yönlerinden birini dilimiz ve cümle kurma aracılığıyla dünyayı anlama, anlamlandırma, iletişim kurma ve kültür yaratma yeteneğini simgeliyor. Pek tabi insanlık tarihinin temeli yalnızca biyolojik evrim değil aynı zamanda dilin, anlatıların ve hikayelerin evrimi olarak karşımızda duruyor.

DİL İNSAN BEYNİNİ NE ŞEKİLDE YOĞURMAKTA?
Dil sadece iletişim aygıtı değildir. Dil insanın evrimsel yolculuğunda sadece bir iletişim aracı olmanın ötesinde beynin daha karmaşık hale gelmesinin bir sonucudur ve insanın temel yetisinin istencidir belki de. İnsanlar yani bizler sınırsız sayıda anlamlı kelime ve cümle kurarak çevrelerini anlama ve toplumsal yapılar oluşturma kapasitesine sahip hale gelmiş bulunduk. Bu özellik, diğer canlılardan insanı ayıran en belirgin farklardan birisi olduğunu biliyoruz (bunu anlayabilmek de paralel çizgide bu yazıyı destekliyor). Bizler sadece var olan elma, armut, taş veya benzeri tüm objeleri tanımlamaktan da öte yeni kavramlar da yaratıyoruz. Örneğin zaman kavramı bizlerin minicik ömründe geçirdiğimiz veya geçirdiğimizi varsaydığımız mutlak boşluğun anlamlandırılmasında kullandığımız kavramlardan bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor. Dil insanların soyut düşünceler geliştirmesine, geçmiş deneyimleri hatırlayıp geleceğe dair planlar yapmasına olanak tanırken, dilin kurmaca yapısını kurgulayabilmemiz hikâye anlatma gibi dilsel becerinin en yüksek formu, en coşku veren şeklidir. Günlük hayatımızı düşündüğümüzde de en keyif alınan aktivitelerimiz hikayeler üzerine kurulu yansımalardır.

Hikâye anlatmak insanın kültürünü, toplumsal yapılarını ve değerlerini inşa etme biçimidir diyebiliriz. Bir dizi, film, kitap ve tüm özgün içeriklere baktığımızda bireysel ve sosyolojik saptamalar yapmak çok da zor olmasa gerek. Bir hikâye kurgusu (bu dedikodu bile olabilir) yalnızca bireylerin, yani bizlerin deneyimlerini paylaşmanın en ötesinde, toplumsal gerçeklikleri, normları, değerleri ve inançları aktaran bir araçtır. İnsanlar hikayeler aracılığıyla geçmişteki deneyimleri aktarır ve aktarmakla da kalmaz gelecek öngörülerinde bulunur. Bizimle ortak özellikleri çok fazla paralel ilerleyen bir hayvanı bile ele alsak bu özelliği kendisinde barındırmaz (hayvanların birçoğunda kendi iletişim becerileri gelişmiştir, ne istediğini veya tehlike çanlarını çevresine iletebilir) en ilkel toplumlarda bile hikayeler komünleştirme görevini en başarılı şekilde bize kendini gösterir, hikayeler hem eğitim hem de toplumsal yapıyı oluşturma işlevinin yapı taşıdır. Tüm bunlar hikayeleştirmeler sayesinde insanın toplumsal yapılar kurma yeteneğini simgeler.

HOMO LAQUENS: İNSAN OLMANIN ÖTESİNDE KARMAŞAYLA BAŞA ÇIKMANIN FORMÜLÜ
Baktığımız zaman Homo Laquens sadece konuşan bir varlık da değildir. Konuşkan da olmanın ilerisine geçerek, geliştirmiş olduğumuz dil aracılığıyla düşünsel ve kültürel bir evrim sürecini de yansıtma görevini üstleniverir. İnsan yalnızca gerçek olanı değil, aynı zamanda "olmayanı" da ifade edebilir veya düşleyebilir. Dil soyut olan hayaller ve varsayımlar dünyasının kurgulamasına olanak tanırken, aynı zamanda toplumsal gerçeklikler (normlar, kültür vb.) yaratır. Para, devlet, din gibi soyut kavramlar, kesinlikle beşeridir, dilin ve toplumsal inançların ürünüdür. Bu kavramlar bizlere dilin yalnızca bireysel iletişimi sağlamakla kalmadığını aynı zamanda toplumsal yapıları şekillendirdiğini gösterir.

JACK LONDON VE MAX FRİSCH: İNSANLAR ROMANLARINDA DA İNSANI ANLATTILAR
Hikâye anlatımının gücünü okumaktan da oldukça zevk aldığım edebiyatın iki önemli yazarında da görmek mümkündür. Jack London ve Max Frisch insanın varoluşunu, doğa ile kurmuş olduğu ilişkisini ve toplumla bağlarını be şekilde gelişmiş olduğunu veya olabileceğini (her iki yazarın hikayelerinde birçoğu tahminler üzerinden veya varsayımlarla ilerler) sorgulayan eserlerinde dilin ve hikâye anlatımının evrimsel önemini farklı açılardan ele alırlar.
Jack London’ın ‘’Adem’den Önce’’ eseri, insanın ilkel dünyasında yaşam döngüsünü ve doğa ile uyumlu yaşamanın sağladığı özgürlüğü hikâye aracılığıyla geniş bir hayal gücüyle bizlere resmeder. London, geçmişte yaşanmış avcı-toplayıcı bir yaşam tarzını hayal ederken, bu basit olduğunu düşündüğümüz yaşam biçiminin insanın içsel bağlarını, duygularını ve hayatta kalma becerilerini nasıl şekillendirdiğine dair güçlü bir anlatı atıverir ortaya. Bu hikayeler insanın doğa ile bağlantısını koruduğu ve basit yaşam biçiminin değerini kavradığı bir evrimsel süreci anlatır.
Max Frisch’in ‘’Homo Faber’’ adlı romanı ise, modern kapital dünyada matematiksel ( belkide diyalektik materyalist) ve teknik bir bakış açısına sahip Walter Faber’in yaşamını romanın ortasına koyar ve anlatımları ile aynı anı yaşatabilen bir edebiyat ortaya çıkar. Romana baktığımızda Faber duygularını ve geçmişi geride bırakmış bir mühendis olarak, rasyonel düşünce ve hesaplamalarla her şeyi kontrol etmeye çalışır. Burada gerçek karmaşa, kurgu başlar. Hayat onu kontrol edilemez bir şekilde kendi nehrine alır ve sürükler. Frisch, Faber’in hikayesini ustaca kullanarak modernleşmiş, çağı atlatmış insanın duygusal, kaderci (kabullenici) ve sanatsal yönlerini baskısal anlamda dışlamanın yaratabileceği yabancılaşmayı yani ‘’anomia’’ ( marx’ın ortaya attığı çok boyutlu ve araştırılması gereken bir kavramdır) ve kayıpları gözler önüne seriverir.

GERÇEKLİĞİ İNŞA EDİYORUZ; TOPLUMSAL GERÇEKLİK VE KURULAN İTTİFAKLAR

Toplumsal yapıların inşasında ve ilişkilerimizin güçlendirebilme konusunda dil çok önemli bir aygıttır. Biz insanlar sadece çevremizdekileri değil hatta birbirilerimizle olan ilişkilerimizi, ittifaklarımızı ve güç dinamiklerini ve toplumsal yapıları da konuşma ve hikaye anlatma yoluyla inşa ediyoruz. Geldik dedikoduya (belki bir gazetecinin en iyi kullandığı alet dedikodudur) ‘’dedikodu kurmacanın temelidir’’ diyebiliriz. Kurmacalar ise ittifaklara ve toplumsal normlara zemin oluşturur. Tüm bu süreçler dil aracılığıyla şekillenir. Bir grup insan dil sayesinde daha büyük, daha karmaşık ve iç içe yapılar kurar ve toplumu organize eder. Hikâye anlatımı sadece insanın bireysel deneyimleri paylaşmanın da ötesinde, bir topluluğun ortak bilinçaltını ve değerlerini yansıtan bir araçtır. Tüm bunlar olmasa siyaset meydanı oluşamazdı ah dostlar… Siyaseti biz kurduk, devam ettirecek olanlar da yine hikâyeler anlatan bizleriz.

GELECEK DE BİR GÜN GELECEK PEKİ YA LAQUENS?
Gelecekte iletişimin yani tüm insanlığın evrimi teknoloji ve dijital medya ile daha da karmaşık hale gelecek gibi görünüyor. Bugün bile bunun sancılarını çekmekteyiz. Yine çok sevdiğin İspanyol bir sosyolog olan Manuel Castells’e göre ağ toplumu olarak kabinlerimize giriyoruz yani kabinleşiyoruz ve aynı zamanda gelişiyoruz. Yani adamcağız şunu diyor her gelişme çağ atlatabilir, insanı geliştirebilir. İnsan olmanın özü, her zaman dili ve bu dil aracılığıyla kurduğumuz dünyayı anlamada yatacaktır şu an kurduğumuz dijital iletişim ile de farklı anlatım ve anlama tekniklerine de sahibiz. Homo Laquens yalnızca konuşmaktan ibaret, aciz bir varlık değil aynı zamanda hikâye anlatan ve bu hikayeler aracılığıyla dünyayı yeniden şekillendirebilen bir varlık olduğu kesin. Homo Laquens sadece kelimelerle dünyayı anlatmaz, aynı zamanda bu kelimelerle dünyayı yeniden inşa eder.