Bir dava adamıydı
O'nun davası; iman, ahlâk, adalet ve merhamet davasıydı. O’nun davası küfrün bataklığını kurutmak, İslâm'ın ulviyetini yüceltmek, ümmetinin kurtuluşa ve saadete kavuşmasını sağlamaktı.
Kendisine, "Davandan vazgeç, sana ne istersen verelim." diyenlere, “Bir elime Ay’ı, diğer elime Güneş'i verseniz vallahi davamdan vazgeçmem.” dedi.
Müşrikler, onun sebat ve metanetini kırmak, cesaret ve gayretini yok etmek ve onu davasından vazgeçirmek için akla gelmedik işkenceler yaptılar.
"Sen, Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve bana en sevimli yerisin; eğer çıkmak zorunda bırakılmasaydım, senden ayrılmazdım" dediği ata yurdu Mekke'den hicret etmek zorunda bırakıldı. Bütün bunlara rağmen O, mukaddes davasından zerre kadar taviz vermedi.
Alçakgönüllüydü
Kendi işini kendi görür, evini kendisi süpürür, elbiselerini kendisi yamar, koyun sağar, develerini yemler, misafirlerine bizzat kendisi hizmet eder ve ikramlarda bulunurdu.
Huzurunda titreyen bir yabancıya, "Rahat ol, ben kuru et pişirerek karnını doyuran Kureyşli bir kadının oğluyum." diyerek tevazu göstermişti.
Sabırlıydı
Birçok acı yaşadı; yetim olarak doğmuştu; altı yaşında annesini, sekiz yaşında dedesini kaybetti. Hz. Fâtıma hariç tüm evlatlarının vefatını gördü.
"Hüzün Yılı" diye bilinen yılda, hem kendisini koruyup kollayan amcası Ebû Talib'i hem de eşi Hz. Hatice'yi kaybetti.
Mekke'den Medine'ye hicret etmek zorunda bırakıldı; Uhud'da mübarek dişi kırılır, yüzünden kanlar akar, amcası Hz. Hamza hunharca şehit edilir.
Çileli hayatının hiçbir döneminde en ufak bir sitem ya da şikâyet görülmez.
Nezaket sahibiydi
Hâtemü'l Enbiyâ, nezaketinin bir gereği olarak kaşlarını çatmaz, insanlarla tartışmaz, yüksek sesle konuşmaz, yüzünden tebessümü eksik etmez, kendisine ikramda bulunanlara iltifat ederdi.
Bir defasında Câbir bin Abdullah'ın evine misafir olmuştu. Kendisi için koyun eti pişirildiğini görünce, "Sanki bizim eti sevdiğimizi biliyorlar." diyerek ev sahibine iltifat etmişti.
Güvenilirdi
Gençliğinden itibaren ona "Muhammedü'l Emin" derlerdi.
Peygamberliğin ilk yıllarında Mekke halkını İslâm'a davet ediyordu. Safâ tepesine çıkarak, "Ey Kureyş halkı! Size bu dağın arkasından düşman ordusunun geldiğini söylesem bana inanır mısınız?" demişti. Orada bulunanlar hiç tereddüt etmeden, "Evet, inanırız; çünkü sen ömründe bize hiç yalan söylemedin." diye cevap verdiler.
Cesaret ve şecaat timsaliydi
Hâtemü’l-enbiyâ’nın “Necdet” sıfatı vardı. Necdet; kahramanlık, yiğitlik, bahadırlık demektir.
Mekke’de Kureyş müşrikleri O’nun evini kuşatmışlar, içeriden çıkar çıkmaz, canına kıymak için kılıçlarını sıyırmış bekliyorlardı. O büyük bir cesaretle kapısını açmış müşriklerin başlarına toprak saçmış ve Yâsin-i Şerîf Sûresi’nin ilk ayetlerini okuyarak aralarından çıkıp gitmişti.
Allah Resûlü, savaşın en şiddetli yerinde, en korkunç olaylarda metanetini kaybetmez, düşmana korku salardı. Korkanlar, endişe edenler ona sığınırlardı.
Hicrette onları takip eden müşrikler, saklandıkları Sevr mağarasının ağzına geldiklerinde Hz. Ebubekir'in yüzü sapsarı olmuştu. Yakalanmaktan ve müşriklerin Efendimiz'e zarar vermelerinden korkmuştu. Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Ebubekir'e tebessüm ederek, "Korkma! Allah bizimle beraberdir." diyerek onu teskin etti.
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken bazen biz Hz. Peygamber’in (s.a.v.) arkasına sığınıyorduk. Hepimizin en cesuru o idi. Düşman saflarına en yakın yerde o bulunurdu.”
Cömertti
İhsan ve ikramda sınır tanımazdı. Açları doyurur, her fırsatta ihtiyaç sahiplerine yardım ederdi. Kendisinden bir şey istendiğinde hemen verir, yanında yoksa borçlanır yine verirdi. ***Hassân bin Sâbit, "Şayet teşehhüd olmasaydı ondan hiç lâ (hayır) kelimesi işitilmezdi." der.
Kâb bin Züheyr, onun için bir kaside yazmıştı; kaside yazanlara armağan vermek ise âdettendi. Ancak verecek bir şeyi olmadığından sırtından hırkasını çıkarıp şaire hediye etti. O kaside, edebiyat tarihine "Kaside-i Bürde" yani "Hırka Kasidesi" olarak geçti.
Yardımseverdi
Zâtürrikâ Gazvesi’nden dönerlerken Câbir bin Abdullah ile sohbet ediyordu. Onun yeni evlendiğini, bu sebeple pek çok borcu olduğunu öğrenince, neye sahip olduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi. Pazarlık yapıldı ve Rasulüllah, Câbir’in devesini satın aldı.
Medine’ye vardıklarında Câbir, deveyi getirdiğinde Rasûlullâh, tespit edilen ücreti ödedi. Alışveriş akdi bittikten sonra Rasûlullâh, deveyi Câbir’e hediye etti. Bu yüce zarâfet ve ahlâk, Müslümanları o derece duygulandırdı ki, olayın gerçekleştiği bu geceye “leyletü’l-baîr” yani “deve gecesi” dediler.
Ahde vefâ gösterirdi
Verdiği söze ve yaptığı anlaşmaya, dost-düşman ayırt etmez, kesin olarak uyardı. Bunun en çarpıcı örneği Hudeybiye'de yaşanmıştır: Anlaşmanın şartlarından biri, Mekke'den Medine'ye ilticâ edenlerin iade edilmesiydi.
Süheyl bin Amr'ın oğlu Ebû Cendel müşriklerden kaçarak kendini Müslümanların arasına atmıştı. Kureyş'in temsilcisi Süheyl, anlaşma gereğince oğlu Ebû Cendel'i geri istedi. Resulullah (s.a.v) Ebû Cendel'in anlaşma harici bırakılmasını, kendisine bağışlanmasını Süheyl'den rica etti. Süheyl buna razı olmayınca, Ebû Cendel Müslümanların feryat ve figanları arasında müşriklere teslim edildi.
Adaletliydi
Cahiliye devri Arap toplumu, her konuda güçlülerin haklı ve hâkim olduğu, zulmün kol gezdiği, küfrün ve şirkin dorukta olduğu bir toplumdu.
Fahr-i Kâinat Efendimiz, haksızlığa ve zorbalığa izin vermemiş, her kim olursa olsun adaleti uygulamıştır.
Bir gün eşraftan Mahzûmoğulları kabilesine mensup Fâtıma adında bir kadının hırsızlıktan dolayı elinin kesilmesine karar verilir. Kureyş'in ileri gelenleri hükmün infazının durdurulması için Peygamberimizin çok sevdiği Usâme bin Zeyd'i araya koyarak bu kadının affedilmesini isterler. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ashâbını mescitte toplayarak onlara şöyle der:
"Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzâdeleri bir hırsızlık yaptıkları zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir şey çalarsa onu cezalandırırlardı. Allah'a yemin ederim ki, böyle bir hırsızlığı Mahzûm kabilesine mensup Fâtıma değil, kendi kızım Fâtıma yapmış olsaydı kesinlikle aynı cezayı uygulatırdım."
Gökteki yıldızlar, çöldeki kumlar sayısınca sana salât ü selâm olsun!