Merhaba sevgili okurlar, bugün sizlere Dumlupınar Gazetesi’nden yazıyorum. Bu yazımda sanatın derinliklerine inerek ideoloji ve sanat anlayışının ne olması gerektiği üzerine düşüncelerimi paylaşacağım. Sanat nedir? Ne olmalıdır? Ne şekilde evirilmiştir? Nelere vesile olmuştur? Bunlara bakalım istiyorum. Sanat propagandanın yansıması mıdır? Kesinlikle hayır. Sanat bir ideolojinin aracı kesinlikle olmamalıdır. Onun amacı veya tek gerçekliği, var olanı değil, var olmayanı hayal etmek, ütopyalar yaratmaktır. Eğer sanat hâlâ mevcut düzeni onaylıyorsa o bir ideolojinin devamını getiren maddesel meta olarak kabul edilebilir. Gerçek sanat ise bu ideolojik kalıpların ötesine geçmeli toplumsal değişim için hayal gücünü zorlamalı, meta haline gelmemelidir. Sanat önderlik eden bir yapıya kavuşmalı ve daha iyi bir geleceği mutlak surette düşlemelidir.
Sanat tarihsel olarak bir toplumun düşünsel akışını, ruh halini ve ideolojik yapısını yansıtsa da en yüksek işlevini yalnızca ideolojilerden bağımsız olarak yerine getirir. Egemen ideolojiler ve toplumların mevcut yapıları (normlar, kalıp yargılar, özgür düşlemeyi bilmeyen toplumlar) sanatın özgürlüğünü sınırlayarak onun yaratıcı gücünü bir kuş kafesine kapatmış olur (kuş her ne kadar kafeste olsa da sesini duyurur). Sanat sadece var olanı yansıtmakla kalmamalı aynı zamanda henüz hayal edilmemiş bir geleceği, bir ütopyayı yaratmalıdır. Toplumsal değişim için bir potansiyel ortaya elbette çıkacaktır. Ütopyalar da ancak bu şekilde kendini meydana getirir.
SANAT ONAY MEKANİZMASI DEĞİLDİR
Sanat ideolojilerin gölgesinde, eteklerinin altında var olursa, mevcut düzenin doğruluğuna dair sadece onay verir. Tarih boyunca sanat, egemen sınıfların çıkarlarını desteklemek amacıyla şekillendirilmiş ve bazen iktidarın çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır (propagandanın doğuşu böyle başlamıştır). Ancak sanat sadece mevcut yapıyı onaylamakla kalmamalı, aynı zamanda geleceğe dair bir yeniden yapılanma ve toplumsal bir ütopik düzen tasarlamalı ve düşlemelidir. Sanatın işlevi ideolojilerin ötesine geçerek bu düzenin ötesinde bir geleceği tahayyül etmeye olanak tanımaktır.
Sanat ve ideoloji arasındaki çatışma sanatı yaratıcı gücünden mahrum bırakır. Sanat garibanlaşır kendi ile yetinemez ve kısır bir oluşum içine girer. Sanat herhangi bir ideolojiyi savunmamalı aksine var olan ideolojilere karşı çıkarak farklı bir bakış açısı oluşturabilmelidir. Sanatın ideolojik işlevi aslında bir tür denetimdir. Beklide bu sebeple baskıcı rejimler her zaman sanattan korkar ve kendilerine sanat olmayan ama sanat gibi görünen minik yansımalar yaratırlar. Sanat yalnızca mevcut düzeni sorgulamakla kalmaz aynı zamanda bu düzenin ötesinde bir özgürlük, eşitlik ve barış arayışına dair bir hayal gücü yaratır.
YENİ DÜNYALAR KURMAK; ESKİYİ ÇÖPE Mİ ATACAĞIZ?
Edebiyat, görsel sanatlar, tiyatro ve sinema, müzik gibi sanat dalları tarihsel olarak çoğu zaman toplumsal düzeni eleştiren ve egemen ideolojilerin dayattığı kalıplara karşı duran eserler üretmiştir. George Orwell’in 1984 adlı eseri bireysel özgürlüklerin yok edildiği bir totaliter rejimi eleştirirken sadece bir eleştiri yapmakla kalmaz aynı zamanda özgürlük ve bireysel ifade biçimlerinin arayışını da izler. Orwell'in eserinde sanatın, ideolojilerin ötesine geçerek ütopya yaratma potansiyeli en güzel biçimde görülür.
Sanatın mutlak gücü sadece mevcut ideolojik yapıları sorgulamakta değil aynı zamanda toplumları mevcut yapılarından kurtaracak ve onları yeniden şekillendirecek ütopyaların yaratılmasında yatar. Sanat eleştirel bir bakış açısının ötesine geçerek izleyicisini hayal ettiği yeni dünyaya davet eder. Bu anlamda sanat var olmayan bir ütopyanın ve yeniden doğmuş bir dünyanın temsilcisi olabilir.
‘’BEN SADECE MACERA FİLMLERİ SEVİYORUM BİZE NE SANATTAN’’;
SANAT HER ALANI VAR ETTİ
Ütopya her zaman mevcut koşullardan farklı bir düzendir. Sanat sadece bugünü yansıtmakla kalmamalı aynı zamanda toplumları yeniden inşa etmeye yönelik bir hayal kurmalıdır. 20. yüzyılda modernist sanat akımları toplumsal düzeni farklı açılardan ele alarak toplumsal sınırların ötesine geçen eserler yaratmıştır. Sürrealizm bilinçaltını ve düşleri konu alırken var olan dünyanın ötesine geçmeyi amaçlayan bir özgürlük ve yaratıcılık arayışı sunmuştur. Salvador Dali'nin Belleğin Azmi gibi eserleri kitlesine sadece mevcut gerçekliği değil aynı zamanda onu aşan bir hayal gücü ve ütopya sunar. Sürrealizmi sadece resimde görmeyiz. Birçok fotoğraf sanatçısı sürreal akımdan etkilenmiş, kendi fotoğraflarının kırpma, yansıma, aynalama gibi etkiler (efektler) kullanmış ve bugün kullandığımız efekt programlarının öncülüğünü yapmıştır. 1933 yapımı olan King Kong filmi dönemine göre inanılmaz efektler ve yansımalarla yapılmış, onu bir şehirde kocaman bir canavar olarak yansıtılabilmesi mümkün kılınmıştır. Bu film, şayet sürrealizm düşlenmeseydi yapılamayacak ve bizler günümüze ait çok efektli sahneleri belki hayal bile edemeyecektik. Aynı şekilde üzgünüm ama macera filmleri de var olması biraz güçtü belki de hiç var olmayacaktı.
‘’KÖLELİĞİ KALDIRALIM ONUN YERİNE MÜZİK YAPALIM’’
Sanatın ütopyacı işlevi hayal gücünü serbest bırakmak ve insanlara daha iyi bir dünya olabileceğini hatırlatmaktır. Ancak bu ütopya somut olmayan şeyler ortaya koyar. Sanat belirlenmiş bir ideolojiyi dayatmadan ‘ideal toplumu’ ve toplumsal ilişkilerdeki olasılıkları sorgular ve sorgulamak zorundadır. Hayal edilen dünya her zaman eksiktir çünkü mevcut düzene tamamen karşıt bir yapıdır. Bu sanatın doğasında var olan bir özellik olup, ideolojilerin sınırlarını aşarak toplumsal özgürlüğü, eşitliği ve farklılığı keşfetmeye olanak tanımaktadır.
Sanat toplumu dönüştürme gücüne sahip olduğu kadar toplumsal bağlamdan bağımsız olarak da var olabilmelidir. Sanatçılar toplumu ve dünyayı dönüştürmek için her ideolojiden bağımsız bir yerden seslenmelidirler. Eğer sanat belirli bir ideolojiyi temsil etmeye başlarsa onun evrensel dilinden ve yaratıcılığından kaybeder. Sanatın ideolojilerden bağımsız olması sayesinde onun yenilikçi ve dönüştürücü bir güce sahip olmasını sağlar. Bu sanata biriciklik anlamı kazandırır.
Gerçek sanat var olanı yansıtmanın ötesine geçerek, henüz hayal edilmemiş bir dünyanın kapılarını aralar ve insanları bu bilinçli hayal gücünün gücüne inandırır. Zenci devrimlerine bakacak olursak, zenci devriminin simgesi haline gelen ve köleliğin kaldırılmasında önemli bir rol oynayan müzik ve sanat eserleridir. 19. yüzyılın ortalarındaki Amerikan kölelik düzeni siyahların insanlık dışı bir biçimde ezilmesini devam ettirirken, blues ve sonrasında reggae gibi müzik türleri bu sistemle başkaldırmayı en güzel şekilde simgelemiştir.
Blues müzik köleliğin ve ayrımcılığın acılarını dile getiren, özgürlük arayışının ve duygusal patlamanın sesidir. Bu müzik Afro-Amerikan halkının günlük yaşamındaki zor koşullara ve ırkçılığa karşı bir direniş olarak ortaya çıkmıştır. Blues'un kökenleri, kölelerin tarlalarda ve çalıştıkları yerlerde duydukları acıları şarkılarla ifade etmeleriyle başlamıştır. Ancak zamanla bu müzik türü sadece bir acı ve isyan aracı olmaktan çıkıp bir özgürlük ve başkaldırı manifestosuna dönüşmüştür. 1960’larda blues’un evrimi müziğin toplumsal eşitsizliklere karşı yapılan bir devrim halini almasına neden olmuştur.
Reggae de çok benzer ve devamlılık niteliğinde köleliğin ve sömürünün yıkılması için sesini yükselten bir sanat formudur. Jamaika'dan doğan reggae sadece eğlence için değil, halkın sesini duyurmak için bir platform olarak kullanılmıştır.
Blues ve reggae, sanatın ideolojik sınırları aşarak, devrimsel sonuçlar doğurduğunun en net örnekleridir. Zenci devrimi köleliğin kaldırılması müziğin gücüyle beslenen bir toplumsal dönüşümün simgeleridir. Sanat, bir ideolojiyi savunmak yerine, her zaman yeni ideolojiler kurarak, toplumsal değişim için bir potansiyel yaratmalıdır.
Sanat, ideolojilerin gölgesinde var olursa, toplumu sadece mevcut düzene ikna etmeye çalışır. Ancak blues ve reggae gibi başkaldırı müzikleri, mevcut yapıyı sorgulayarak, toplumsal bir devrimi başlatmıştır. Bu müzik türleri sadece toplumları yansıtışı değil, aynı zamanda toplumsal yapıları değiştirme gücüne sahip bir ütopya sunmuştur.
SANAT VE ELEŞTİREL BİLİNÇ: JOHN BERGER'İN NEİZVESTNY ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ
Sanatın toplumsal değişimin ve devrimin bir yansıması olarak nasıl şekillendiği üzerine düşündüğümüzde ise bazen en değerli eserler, derinlemesine ele alındıklarında daha iyi anlaşılır. John Berger'in Sanat ve Devrim adlı eseri tam da bu bakış açısının somut bir örneğini sunar bizlere. Kitap özellikle Sovyetler Birliği'nin resmî sanatçıları arasından dışlanmış olan Rus heykeltıraş Ernst Neizvestny'yi merkeze alarak devrimsel bir sanatın ne anlama geldiğini sorgular.
Berger eserinde Rus sanatının yapısını, SSCB'deki sanatçının içinde bulunduğu durumu ve devrimci bilincin sanata etkilerini derinlemesine inceler. Ancak kitabın özündeki ilginç noktalardan biri, Neizvestny'yi tanımadan da bir sanatçıyı nasıl değerlendirilebileceği üzerine olan tartışmadır. Berger; “Bir sanatçıyı, onun eserini görmeden, yalnızca fotoğraflara dayanarak nasıl değerlendirebilirim?” sorusunu sorar. Cevap ise sanatın ve eleştirinin doğasında yatmaktadır. Eleştiri sanat eseri ile kişi arasında bir tür mesafe yaratır; bazı zamanlarda bu mesafe eseri yalnızca anlamakla kalmaz aynı zamanda ona yaratıcı bir biçimde yaklaşılmasına da olanak tanımaktadır.
Berger Neizvestny'nin sanatını anlatırken bir yandan da devrimci bir bilincin gelecekte doğurabileceği sonuçlara ışık tutmaya çalışır. Neizvestny'nin heykelleri Sovyetler’in sıkı kontrolündeki plastik sanatlarda yer bulamasa da onun eserleri sanatı sadece bir estetik olarak değil toplumsal ve siyasal bir araç olarak görmenin mümkün olduğunu gösterir. Berger kitabının başlangıcında, "Bir yılıma ne oldu?" diyerek Neizvestny'yi anlamak için neden bu kadar zaman harcadığını sorgular. Bu süreçte sadece bir heykeltıraşın eserine bakmakla kalmaz o eserin toplumsal bağlamını sanatı dönüştürme gücünü de keşfeder.
Sanat ve Devrim yalnızca bir sanat eleştirisi değil aynı zamanda sanatın politik gücünü ve değiştirebilen yapısını, bir toplumun devrimci bilincini (devrimler sadece ideolojik değil, normlara karşı da gerçekleşir; moda ve yeni giyim tarzları gibi) nasıl şekillendirdiğini anlamak için de önemli bir rehberdir. Bu kitabı okuduğunuzda sadece bir sanatçıyı değil, bütün bir dönemin ruhunu ve değişim arzusunu hissedebilmektesiniz.