Ramazan ayı yaklaşıyor ve her yıl olduğu gibi yine aynı tartışmalar gündeme geliyor: Gıda fiyatları, özellikle de et fiyatları... Artık bir klasik hâline gelen “fiyat sabitleme” sözleri yine havada uçuşuyor. Ama geçmiş yıllardan biliyoruz ki, bu sözler genellikle ya kısmen tutuluyor ya da etkisi çok kısa sürüyor.
Bugün zincir marketlerde etin kilosu 600 lirayı bulmuş durumda. Asgari ücretle geçinmeye çalışan bir aile için ayda birkaç kez bile kırmızı et tüketmek neredeyse imkânsız hâle geldi. Ramazan, dayanışmanın, paylaşmanın ayı olsa da sofralardaki eksilmeyen tek şey, giderek büyüyen hayat pahalılığı oluyor. Peki, çözüm ne?
Her Ramazan ayında büyük market zincirleri ve kasaplar fiyatları bir nebze olsun sabitleme sözleri veriyor. Bazı belediyeler, dar gelirli vatandaşlar için tanzim satış noktaları açıyor. Et ve Süt Kurumu gibi kuruluşlar da devreye girerek fiyatları dengelemeye çalışıyor. Ancak, asıl mesele bu geçici çözümlerle günü kurtarmak mı, yoksa kalıcı adımlar atarak etin lüks değil, herkesin ulaşabileceği bir besin kaynağı olmasını sağlamak mı?
Kırmızı et fiyatlarının bu denli yükselmesinin ardında yatan sebepler belli: Artan üretim maliyetleri, yem fiyatlarının tavan yapması, arz-talep dengesizliği ve ithalat politikaları. Bu sorunları çözmeden, sadece Ramazan ayı boyunca fiyatları sabitlemek veya belirli noktalarda indirim yapmak, köklü bir çözüm değil.
Türkiye, tarım ve hayvancılık konusunda kendi kendine yetebilecek potansiyele sahip bir ülke idi. Ancak yanlış politikalar ve plansızlık yüzünden sürekli olarak ithalata bağımlı hâle geliyoruz. Küçük üreticiler desteklenmezse, yem fiyatları kontrol altına alınmazsa ve hayvancılık sektörü sürdürülebilir hâle getirilmezse, aynı sorunları konuşmaya devam ederiz.
Ramazan ayı, paylaşmanın ve dayanışmanın zirveye ulaştığı bir dönemdir. Ancak bu dayanışma, sadece hayırseverlerin bağışlarıyla değil, devletin ve sektörün vatandaşın temel ihtiyaçlarını karşılayacak politikaları hayata geçirmesiyle anlam kazanmalıdır. Aksi hâlde, yine iftar sofralarında et yerine yüksek fiyatları konuşmaya devam edeceğiz.
Sizce de artık bu döngüyü kırmanın zamanı gelmedi mi?
YOKSULLARI UNUTTUNUZ
Türkiye'de ekonomik gerçeklik her geçen gün daha da ağırlaşıyor. 85 milyonluk nüfusun büyük bir bölümü yoksulluk sınırında veya altında yaşam mücadelesi veriyor. Oysa küçük bir azınlık, yüksek gelirleri ve lüks hayatlarıyla toplumun geri kalanından kopmuş durumda. Üretmeyen, tüketmeye odaklanmış bir halk yaratıldı ve bu düzenin bedelini yine en alt tabakadakiler ödüyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, toplumsal huzuru ve güveni her geçen gün biraz daha sarsıyor.
Bugün Türkiye’de bir milletvekilinin maaşı 196 bin 775 lira, emekli bir milletvekilinin maaşı ise 123 bin 759 lira. Buna karşılık asgari ücret 22 bin 104 lira, emekli maaşı ise 14 bin 468 lira. Bu maaşlar arasındaki uçurum kapanmadan refahtan, huzurdan ya da sosyal adaletten söz etmek mümkün mü? Esnaf geçim derdinde, işçi emeğinin karşılığını alamıyor, emekli ay sonunu nasıl getireceğini düşünüyor, öğrenci geleceğinden endişeli, öğretmen hak ettiği değeri görmüyor. Peki, kim refah içinde? Kim gerçekten ekonomik olarak rahat bir yaşam sürebiliyor?
Ünlü komedyen Cem Yılmaz’ın esprili ama düşündürücü bir sözü var: "Helal para ile alınan son Ferrari…" Gerçekten, helal para ile alınan son Ferrari kimin? Bu sorunun cevabı, aslında ekonomik adaletsizliğin ne kadar derinleştiğini özetliyor.
Bu durum sadece ekonomik bir mesele değil, ahlaki bir sınavdır. Kur’an-ı Kerim’de Fecr Suresi’nin 17-20. ayetleri şöyle der: "Yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helâl demeden mirası alabildiğine yiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz…"
Eğer Kur’an evrensel ve çağlara hitap eden bir kitap ise, bu uyarılar sadece 1400 yıl önceki Arap kavmine değil, tüm insanlığa yapılmıştır. Peki, bu sözlerin gereğini yerine getirmeyenler kendilerine nasıl "Müslüman" diyebilir? Hele hele nasıl "Mümin" olduklarını iddia edebilirler?
Bu adaletsizliğin sadece dinle ya da inançla ilgisi yoktur. İnsan olmanın temel gerekliliği, adaletten ve vicdandan yana olmaktır. Ancak inancı referans alarak konuşanlara, yine onların anlayacağı dilden cevap vermek gerekir. Gelir uçurumunu kapatmadan, toplumun en alt tabakasını ezerek ve insanları ekonomik çıkmazlara sürükleyerek ne ahlaktan ne de dinden bahsedilebilir.
Türkiye’nin en büyük sınavı, bu adaletsiz düzeni değiştirip değiştiremeyeceğidir. Zengin daha zengin, fakir daha fakir oldukça, toplumda huzurun, güvenin ve refahın sağlanması imkânsızdır. Adaletin, paylaşımın ve üretimin esas alındığı bir sistem kurulmadıkça, bu çark dönmeye devam edecek.
Fakat unutmamak gerekir ki, tarih boyunca hiçbir adaletsizlik ebedi olmamıştır.
Sevgiyle kalın…
GÜZEL CÜMLELER
Mallarınızı Allah yolunda harcayın ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Bir de iyilik edin ve yaptığınızı güzel yapın. Doğrusu Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever. BAKARA-195