Sormadan, sorgulamadan, araştırmadan, emin olmadan kabullenmenin bilindik ve aklın kiraya verilmiş versiyonu ‘En iyisini, büyüklerimiz bilir’ söylemi…  Büyük küçük kavramı, neye göre büyük küçük? İçi boş, donanımsız, bilgisiz, görgüsüz, yaşı büyük olan mı büyük? Biyolojik yaşı küçük olan o kadar büyük insan var ki… Büyük, zaten büyüklüğünü küçülerek fark ettirmez… Geriye kalan, büyük diye bilinen, şakşakçılar tarafından şişirilen büyüklere bel bağlamak, en azından akıl tutulması olsa gerek… Kim bilir? Bilen bilir, bilmeyen de her bir kimseyi kendi gibi bilir… Bilmek için gayret sarf etmeyen, terlemeyen, pişmeyen, yanmayan, ham olarak kalan, haddini bilmeyen ve fikir çilesi çekmeyen de, ‘büyüklerimiz en iyisini bilir’ teranesine kaptırır kendini…

‘Kim bilir?’, Kibariye tarafından söylenen şarkı sözleri… “Kim bilir bu gidişin dönüşü olacak mı?  Ah nasıl yollarına bakacağım kim bilir?  Ufkumda bakan güneş, bu sabah doğacak mı? Kalben ne kadar dertli olacağım kim bilir?”… ‘Benim neler çektiğimi kim bilir?’, Âşık Maksut Feryadi, Tülay Maciran tarafından söylenen şarkı sözlerinden bir bölüm… “El gözünde dertsiz gamsız biriyim. Benim neler çektiğimi kim bilir? Ben yeni közlenmiş yangın yeriyim. Benim neler çektiğimi kim bilir?”…

Kim bilir?” sorusunun cevabı, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer,9) sorusunda gizli… Bilmek için çaba göstermeyenin, bilim ile hemhâl olmayanın bilmek gibi bir derdi olmaz; böyleleri, bilmek derdini, büyük diye aklını teslim ettiği ya da kiraya verdiği başkalarının işi olarak görür… Aslında, bir konuda ne kadar bilgi sahibi olursak olalım,  eksik olan bir kısım muhakkak olacaktır… Tam bilmek, ilim ile ters düşmek demek… Kim bilir, kim bilmez… Bilen konuşmaz, konuşan bilmez… Bilen hâddini bilir, bilmeyen hâddini bilmez, boş konuşur… Bilgi sahibi olan kişi, bilgisini paylaşmazsa, bilgisiz olan kişi, bilgiden mahrum kalır… Bilen konuşmazsa, konuşan da bilmezse, bilgiye nasıl ulaşılır? Bilgiye sorarak, sorgulayarak ve araştırarak ulaşılır… Bilen, işini ve gereğini yapar. Az bilen akıl verir… Bilmeyen eleştirir... Yapamayan çamur atar... “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” (Sokrates)… “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.” (Yunus Emre)… Hiç kimseye hak ettiğinden fazla değer vermemek lâzım, yoksa kim bilir ya onu kaybederiz ya da kendimizi mahvederiz, havanda su döğeriz… Başarılı olmak, kim bilir, önce kendimizden başlayarak ‘kimim ben, neyim ben?’ diyerek başlamakla olur… Kim sorusuna cevap bulabildiğimizde, ‘kim bilir, kim bilmez’ açmazından kurtulabiliriz… Bilmek için çalışmak gerek… “Başarının şartı; bilmek, istemek, cüret etmek ve susmak… “Devler gibi eserler bırakmak için, karıncalar gibi çalışmak lâzım.” (Necip Fazıl Kısakürek)… “Hayatta başarılı olanlar, kendilerine gereken bilgileri öğrenmekten bir an geri kalmazlar ve hâdiselerin sebeplerini her zaman araştırırlar.” (Rudyard Kipling)…

Bilen olmak, bilgi ve deneyim kazanmak demek… Bilgi edinmek için okumak, araştırmak, öğrenmek ve tecrübe kazanmak mühim…  Eğitim, merak ve sürekli öğrenme sürecinde, bir kişinin bilen olması, bilge olması; pişmek, yanmak ile mümkün…  Ham kalan, cehalet girdabında debelenip durur… ‘Kim bilir?’ sorusuna verilebilecek en güzel cevap; “Hamdım, piştim, yandım.” (Hz. Mevlâna) sözü…  Bilen;  hiçbir şey bilmediğini bilendir… Bilge insanın, bildikleri bir damladır, bilmedikleri ise bir okyanus misâlidir… Yeni bilgiler öğrenirken, aslında, neleri ne kadar bilmediğimizi anlamış oluyoruz… Bilgiye ulaşmak, her şeyi halletmek anlamına da gelmiyor… Ceviz kurdu gibi olmamak lâzım… Ceviz kurdu gibi olunca, her bir şey ters yüz olur, silah geri teper, kazanım zannedilenler, çıktı hâline dönüşür… Bu bilgiye ulaşmışken, bilgi zehirlenmesi sendromuna yakalanmaktır, kanımca…  Ceviz kurdu, bir böcek; dünya kurdu ise insan… Ceviz kurdunun hayat hikâyesi… Ceviz kurdu, gireceği kadar bir delik açarak cevizin içine girer… İnsan beynine benzeyen cevizin içine giren ceviz kurdu, başlar cevizin içini yemeye… Ceviz kurdu, cevizin içini yedikçe semirir; karnı büyüdükçe büyür… Ceviz kurdu, yeterince doyunca, cevizin dışına çıkmak ister, ancak girdiği delikten çıkamaz… Üstüne üstlük, cevizin içi boşalınca, ceviz kurumuştur, sertleşmiştir, artık… Ceviz kurdunun, girdiği delikten, çıkması imkânsız hâle gelir… Ceviz kurdunun delikten geçip çıkmak için tek çaresi, zayıflamaktır… Cevizin içi boşaldığı için, mecburen aç kalır, zayıflar, eski cılız hâline döner… Sonunda, ceviz kurdu dışarı çıkar… Ceviz kurdu, dışarı çıktığında mevsim biter, iş işten geçer… Ne ceviz cevizdir, ne ceviz kurdu eski ceviz kurdudur… Bilgiye ulaşmak, paraya mala sahip olmak; ceviz kurdu gibi olmakla işe yaramıyor… Parazit olanın, asalak olanın bildiği; böylesine bilmekten ibaret… Kimilerindeki para ve mal-mülk hırsı da, ceviz kurdu hikâyesi gibi…

Kim bilir, kim bilmez? Kim hatırlar, kim hatırlamaz? Kim, kimden ders alır? Sosyal medyada dolaşan, bilindik güzel bir anekdot… “Yaşlı bir adamın yanına genç bir adam yaklaşmış, ‘Beni hatırlıyor musunuz?’ demiş… Yaşlı adam, ‘ hayır’ diye karşılık vermiş… Genç adam, yaşlı adama ‘Sizin öğrenciniz idim.” demiş…  Yaşlı adam, ‘Ne iş yapıyorsun?’ diye sormuş… Genç adam, “Öğretmenim.’ demiş…  ‘Aslında sizin gibi öğretmen olmak istedim, sizden ilhâm aldım.” diye devam etmiş… Yaşlı adam, ‘Nasıl?’ demiş… Genç adam, ‘Bir gün, bir arkadaşım güzel bir saatle okula geldi… Onu çaldım, cebinden aldım. Arkadaşım saatinin kaybolduğunu fark etti ve hemen sizin yanınıza geldi, saatinin kaybolduğunu söyledi. Siz, sınıfa ‘Bugün derste bu öğrencinin saati kayboldu. Kim yanlışlıkla aldıysa, onu lütfen geri versin.’ dediniz… Kimseden ses çıkmadı. Saati vermedim… Siz, kapıyı kapattınız ve hepimize ayağa kalkıp bir çember oluşturmamızı ve gözlerimizi kapatmamızı söylediniz... Saat bulunana kadar ceplerimizi tek tek kontrol ettiniz… Biz de söylendiğiniz gibi yaptık, ceplerimizi tek tek kontrol ettiniz… Benim cebimden saati bulup aldınız... Siz, herkesin cebini aramaya devam ettiniz ve işiniz bitince ‘Gözlerinizi açın. Saati bulduk.’ dediniz. Beni ele vermediniz ve bu hâdiseyi hiç dile getirmediniz. Saatin kim tarafından çalındığını söylemediniz. O gün, onurumu sonsuza dek kurtardınız. Hayatımın en utanç verici günüydü, o gün. Bu, benim için; hırsız, kötü bir insan olmamaya karar verdiğim gün oldu… Hiçbir şey söylemediniz, beni azarlamadınız, beni bir kenara çekip bana ahlâkî bir ders vermediniz... Bana hayatımın dersini verdiniz… Sizin sayenizde, gerçek bir eğitimcinin ne yapması gerektiğini anladım… ‘Bu olayı hatırlıyor musun, hocam?’ Yaşlı adam, ‘Evet, herkesin cebini aradığımı, çalınan saat olayını hatırlıyorum. Seni hatırlamıyorum, çünkü arama yaparken ben de gözlerimi kapatmıştım’ diye cevap vermiş…” …

Kim bilir’ esprisini böyle algılamak gerek… Çoğu zaman, bilmeden bilmenin, doğru olanı yapmanın gereğidir bu… Asıl olan, eğitimin nasıl olması gerektiği işte budur… Düzeltmek adına, aşağılayarak, gönüller yıkılarak, eğitim ve öğretim yapılamaz, kilit taşı yerli yerine oturtulamaz… Selam, sevgi ve saygılarımla.