Geçtiğimiz günlerde, Onur Gezer isimli bir doktora öğrencisinin tezi dikkatimi çekti. Tezinin başlığı, "Osmanlı Devleti'nde siyaseti ve kamuoyunu belirleme aracı olarak dedikodu ve söylenti" idi. Bu başlık bile, dedikodunun ne kadar köklü bir alışkanlık olduğuna dair ipucu veriyor. Osmanlı’nın en önemli şehirlerinden biri olan, şehzadeler şehri unvanıyla tarihe adını yazdıran Kütahya’nın da bu alanda önemli bir mirasa sahip olduğuna şaşmamak gerekiyor.
Kütahya, tarih boyunca ilim ve sanatın merkezlerinden biri olmuş, ancak ne yazık ki dedikodu da bu topraklarda en az onlar kadar yaygın bir gelenek haline gelmiş. Dedikodu denildiğinde akla genellikle belli bir eğitim seviyesinin altında olan insanlar gelir. Ancak Kütahya'da bu durum tam tersine işliyor; şehrin siyasetinden bürokrasisine, esnafından akademisyenine kadar herkes bu kötü alışkanlığın bir parçası haline gelmiş durumda.
Dedikodu, bu şehrin sosyal hayatının adeta can damarlarından biri olmuş. Ne yazık!
Meslek icabı çok geziyor, birçok farklı insanla muhatap oluyoruz. Hâl böyle olunca, istemesek de dedikodu girdabına maruz kalıyoruz. Eskiden kadınların daha çok dedikodu yaptığına dair bir algı vardı. Fakat bu algının tam anlamıyla yanlış olduğunu, yaş ilerledikçe ve insanları daha yakından tanıdıkça anladım. Koca koca adamların, ciddi mevkilere gelmiş kişilerin, siyasetin ya da bürokrasinin içinde yer alan isimlerin dedikodunun âlâsını yaptığını gördükçe hayretler içinde kalıyorum. Dahası, bu insanlar konuştuklarının bir başkasının hayatını nasıl etkileyebileceğini zerre kadar umursamıyor.
Dedikoduyu seven insanlar, mesleği gazetecilik olan herkesi de aynı sanıyor. Bir ortamda gazeteci olduğumu öğrendiklerinde, sanki ben de onlar gibi "kim, ne yapmış, nerede ne olmuş" diye konuşmaya mecburmuşum gibi yaklaşıyorlar. "Anlat bakalım, neler dönüyor?" diye sinsi sinsi sırıtarak kulis yapmaya başlayan bu insanlara ne diyeceğimi bilemiyorum.
Resmi dairelerde, sözüm ona çalışan ama dedikodudan daha çok hiçbir şey yapmayan tipler! Evet, evet senden bahsediyorum! Nasıl da bildin kendini?
Kendilerini zerre ilgilendirmeyen mevzuları, ulu orta, sanki memleketin en önemli meseleleriymiş gibi sakız gibi çiğneyen bu tipler, her ortamda karşımıza çıkıyor. Tiksiniyorum!
Kütahya’nın bu dedikodu illetinden bıkmış bir siyasetçiyle geçenlerde kısa bir sohbet etme fırsatım oldu. Adamcağız, şehrin içinde bulunduğu duruma hayret ettiğini söylüyordu. "Nereye gitsem dedikodu kazanı fokur fokur kaynıyor, Mehmetçiğim" dedi. Gerçekten de öyle. Bir kahvehaneye girin, bir kafede oturun, hatta resmi bir kurumun koridorlarında dolaşın, fark etmez. Mutlaka biri bir başkasıyla ilgili bir şeyler anlatıyor, bir başkasının hayatına dair ahkâm kesiyor olacak.
Dedikodu, sadece insanların birbirine zarar vermesiyle sınırlı kalsa ehveni şer. Ne yazık ki şehrin siyasetini de belirleyen bir unsur haline gelmiş. Kütahya’da bir insanın yükselmesi ya da düşmesi, başarılarından ya da hatalarından çok, hakkında çıkan dedikodulara bağlı olabiliyor. Dedikodular bazen bir bürokratın kariyerine, bazen bir esnafın işine, bazen de bir siyasetçinin geleceğine mal olabiliyor.
Peki, ne yapmalıyız?
Her şeyden önce, kendi ahlaki sınırlarımızı belirlemeliyiz. Konuştuğumuza, dinlediğimize, paylaştığımıza dikkat etmeliyiz. Unutmayalım ki, dedikodu sadece sözde kalmaz; bir kartopu gibi yuvarlandıkça çığ halini alır ve en sonunda birilerinin hayatını altüst edebilir.
Bu şehirde insanların dedikodudan uzaklaşıp daha yapıcı, daha verimli, daha faydalı şeylere yönelmesini o kadar çok isterim ki bunu size izah edemem. Kim bilir, belki bir gün, bu şehir dedikodu kazanı olmaktan çıkar da, gerçekten bir ilim, sanat ve fikir şehri olma yolunda ilerler.
Sevgiyle kalın…
GÜZEL CÜMLELER
Sakız çiğner gibi laf çiğnemek. (Boş konuşmalarla vakit harcamak, sürekli dedikodu yapmak.)