Her hükümdar, zamanın büyük tuvali üzerine kendi ihtirasının fırça darbelerini atmak

ister. Kimileri, zaferin altın rengiyle parlar; ordularına ilham verir, halkını bir vaat edilmiş

geleceğe taşır. Lakin, bazı yüce taç sahipleri için tarih, bir başarı hikâyesi değil, bir

makûs talih fermanıdır. Onlar, kaderin akışını tersine çevirmek isterken, kendi

yazgılarının demir parmaklıklarına kilitlenmişlerdir. Başarısızlıkları, ya en güvendikleri

elden gelen zehirli bir ihanetin ya da hesapsız bir cüretin bedelidir. Ve ne acıdır ki, yazgı,

bazen bir kara kefen gibi üzerlerine çöker. Bu kefen, kimi zaman en yakını, kendi

kanından olanlar tarafından örülür; kimi zaman ise düşmanın kirli eliyle sarmalanır. Bu

trajik yazgının en belirgin gölgelerinden biri, Bizans tahtının en talihsiz imparatoru: IV.

Romanos Diogenes’tir.

Romanos Diogenes Hayatı

Romanos Diogenes, 1030 yılının zemheri ayı henüz bitmemişken, Kapadokya’nın

taşlaşmış ruhundan fışkıran bir soylulukla dünyaya gözlerini açtı. Onun kaderi, bir taşın

içindeki saklanmış acı alev gibi, ancak 1068-1071 yılları arasında, Bizans tahtına

oturduğunda parlayacaktı. İmparatorluğun en zayıf anında ki o dönem taht kavgaları

Bizans’ın kalbine saplanmış binlerce zehirli ok bu çetin asker, merhum X. Konstantinos

Dukas’ın eşi İmparatoriçe Eudokia ile evlenerek bir kehaneti gerçekleştirdi. Taç, onun için

sadece bir süs değil, Bizans’ın kaybolan ihtişamını geri alma yeminiydi. Onun ruhunu

yakan tek ve en büyük istek, kaybedilmiş toprakları yeniden kazanmaktı. Bu ateşli hayalin

peşinden, Anadolu’nun kalbine doğru yürüdü ve 1071 yılında, kılıcını Selçuklu’nun

kudretli hükümdarı Sultan Alp Arslan’ın kaderiyle çarpıştıracağı o kaçınılmaz meydan

okumaya atıldı: Malazgirt’in Kanlı Dansı.

Malazgirt Savaşı

Romanos’un taht rüyalarının test edileceği an: Malazgirt Meydan Muharebesi, 1071.

Kaybettiği toprakları geri alma yemini, onun en büyük sınavı değil, doğrudan kaderin

kendi ağzından okunan hükmü olacaktı. O an, hava dondurucuydu; öyle ki, savaşın

soğukluğu demir kılıçların kabzasına bile işlemiş, ordunun atar damarlarından fışkıran

kan, toprağa düşmeye fırsat bulamadan havada donmuştu. Romanos’un yüreği, alev

alev yanan bir Roma onuru taşıyordu; karşısında ise, Sultan Alp Arslan’ın dahi zekâsıyla

örülmüş, çelikten bir Selçuklu duvarı duruyordu. 1071’in o uğursuz yazında,

Anadolu’nun kaderi, iki büyük iradenin çarpıştığı o geniş bozkırda, tek bir nefeste

kesilecekti.

Bu meydan okumada, sayılar sadece bir yanılsamadan ibaretti. Yetmiş bin asker Bizans

gücüne karşın, Selçuklu saflarında yalnızca kırk bin ila elli bin sadık asker bulunuyordu.

İmparatorluğun büyük ordusu, bu üstünlüğe rağmen, kaderin cilvesi ve kendi içindeki

disiplinsizlik rüzgârıyla savruldu. Alp Arslan’ın keskin, yırtıcı zekâsı, düşmanın kalbindeki

çatlakları bir komutanın gözüyle gördü ve bu yarıkları bir stratejiye dönüştürdü. Savaş, gücün değil, dehanın zaferi oldu. Romanos Diogenes, o tozlu arazide, askerlerinin ön

saflarında kahramanca çarpışırken, kendini bir anda esaretin soğuk demirleri içinde

buldu. Bu yenilgi, Anadolu’nun kilitli kapılarını sonsuza dek açtı; artık Türkler bu kadim

topraklara kök salacak, Bizans’ın bin yıllık ihtişamı ise geri dönülmez bir çöküş sürecine

girecekti. Malazgirt, sadece bir muharebe değil, tarihin yönünü değiştiren, ağır bir

kaderin imzasıydı.

Savaş meydanlarının kanlı ve acımasız sayfaları, Türk milletinin savaş zekâsının ve

stratejik ustalığının mührünü taşır. Ancak onları diğerlerinden ayıran en belirgin özellik,

zaferin zirvesindeyken bile düşmana uzattıkları adalet ve merhamet elidir. Romanos,

eğer roller tersine dönseydi, Sultan’ın kılıcını İstanbul’un tozlu yollarına düşürmekte

tereddüt etmezdi. Fakat Alp Arslan, karşısındaki düşmanı bir esir değil, tahtından

düşmüş bir İmparatorun haysiyetiyle karşıladı.

Sultan’ın çadırında, tarihe kazınacak o kadim konuşma yankılandı.

Alp Arslan sordu: “Eğer benim kaderim senin ellerine düşseydi, bana ne yapardın?”

Romanos, acı bir dürüstlükle yanıtladı: “Seni derhâl idam ederdim, ya da rezil bir

gösteriyle İstanbul’da teşhir ederdim.”

Sultan’ın yüzüne, evrenin bilgeliğini taşıyan bir tebessüm yayıldı: “Benim sana reva

göreceğim muamele, bundan çok daha hafif olacak.”

Bu sözler, Bizans’a ağır bir vergi yükleyen, imzalı bir barış anlaşmasının müjdecisiydi. Alp

Arslan, esir imparatorunu zincirlerinden kurtararak, onu kendi halkının acımasız

kollarına geri gönderdi.

Karşısında, tahtın boş bir yalan olduğunu haykıran, soğuk bir gerçeklik buldu. Taç,

çoktan yerini almıştı: üvey oğlu VII. Mikhail Dukas, iktidarın zehirli meyvesini çoktan

tatmıştı.

Malazgirt’teki yenilgi, sarayın entrikacıları ve kilisenin nüfuzlu çevrelerince bir vatana

ihanet fermanı olarak damgalandı. Halk Dukas’a karşı kin besledi. Bir zamanlar yere

göğe sığdıramayan o halk, şimdi İmparatorlarına karşı nefret kusuyordu.

Romanos, kendi sonunun yaklaştığını, güçlü bir hissikablelvuku ile önceden hissetti.

Kaçmayı denedi; ama kaderin eli, onu her köşede yakaladı. Nihayet, Kütahya Kalesi’nin

kasvetli gölgeleri altında ele geçirildi. Yeni hükümdar olan üvey oğlunun emriyle, ona

reva görülen ceza, fiziki bir yıkım değil, varoluşsal bir karanlıktı: Gözlerine mil çekildi.

Kızgın demirin cızırtısı, sadece görme yetisini değil, geçmişteki tüm görkemli anılarını da

yaktı. Romanos, artık sadece bir gölgeydi; acımasız işkencelerle ruhu yıpratılmış, tahtı

ellerinden alınmış, kör bir sürgün.

1072’nin acı soğuğunda, bu büyük askerin hikâyesi, ihanetin en ağır bedeli ödenerek son

buldu.İnsan ruhunu, en keskin kılıçtan bile daha beter delen tek bir şey vardır: ihanet. Ve bu

zehirli hançer, bir zamanlar hükmettiği, sevgi ve bağlılık beklediği o kalabalıklardan,

kendi halkından saplandığında, açtığı yara bir uçurum gibi derinleşir. Eski İmparator’un

kudretini yok eden, düşmanın darbesi değil, bizzat tebaasının ördüğü o entrika ağlarıdır.

Fiziksel işkencenin sızısı bir yana, asıl ıstırap; yenilmenin değil, güvendiğin zeminin

altında bir anda kaybolmanın verdiği o tarifsiz acıdır. Romanos’un bedeni Kütahya’nın

soğuk toprağına karışırken, geride kalan ders şuydu: Sultan’ın merhameti geçici, kendi

halkının nefreti ise ebedidir.