Eski zamanlardan bir gün, hava zemheri durumda zaman durmuş, sisler insan vücudunu sarmış, göz gözü görmüyor, sanki bir kaos varmış gibi insanlar sağa sola hızlı bir şekilde yürüyorlardı. Zamanın silsilesi, olayın olduğu o günleri bana tekrar yaşatıyor gibi kaldırım taşlarının gergin hâli beni de geriyordu. Zamansız gelen bu his beni derinden ürpertiyordu. Hayatı, etrafında olan biten her şeyin benim etrafımda ve kafamın içinde olduğunu hissediyordum. Esas olan hayat kavramı yoksa ben miydim? Kendimi hayata kanıksamış bir şekilde Molla Celal Cami’nin olduğu sokaklarda yürüyor ve zaman algımı kaybediyordum. Caminin etrafını dolaşırken sokaklar aralanıyor, bahçesinde sükûn ile yatan şehidin sesi kulaklarımda yankılanmaya başlıyor ve beni yaşanan o dehşet verici olaya sürüklüyordu.
Yunanlıların Kütahya’yı ilk işgal ettikleri zamana gidiyordum. Etrafta kimseler yoktu. İnsanlar kendilerini korumak üzere evlere girmiş olmalı ki sessizliğin uğultusu kulaklarımı parçalıyor, derken uzaklardan gelen acı bir inleme beni kendime getiriyordu. Bir yaralı insanın çıkardığı son sesler sanki “Beni saklayın, şahadet bedenimi koruyun.” der gibi bana yaklaşıyordu. Börekçiler Mahallesi’nde bulunan halk bir anda kargaşa yaratırmışçasına Kapan Çayının etrafında toplanıp gelen yardım seslerine doğru bakmaya başladı. Aradan uzun bir süre geçmeden yaralı adam geldi ve olduğu yere düşerek içindeki ruh burnundan gökyüzüne doğru süzüldü. Halk telaşlı bir şekilde ne yapacaklarını bilmeden birbirlerine bakıyorlardı ki halkın içinden biri, “Bu ulu şehidin bedenini saklayalım ki zalim Yunan askerleri nur bedenine zarar vermesin.” diye sesini halka duyurdu. Halk da bu adamın fikrindeydi. Hemen caminin bahçesine, Yunan askerlerine yakalanmamak için vefat eden kişiyi hızlıca defnettiler. Bu meçhul şehidin bir mezar taşı bile olmadığından halk karamsarlıkla mezara bakıyordu.
Gözlerimi açtığımda caminin girişinde bulunan ve suyu ebedî akan çeşmenin önünde kendimi buldum. Çeşme, sanki yılların getirdiği soğuk tarihçesiyle akıyordu. Az önce yaşamış olduğum olay beni derinden sarsmıştı. Derin bir nefes aldım. Havadaki oksijen, benim ellerimi çeşmenin soğuk sularına götürüyor ve yüzümü yıkamaya başlıyordu. Ellerimi yüzümden çektiğim sırada hayatın getirdiği hiçbir şey kalmamış, adeta hayat durmuştu. Yerler çamurlu, adım atarken kayıyordu. Tıpkı zamanı acı çekişimden kaydırdığı gibi hava karanlık, sisli, yorgun ve insanlar yokmuşçasına etraf dumanlıydı.
Kapan Çayı’na doğru ilerliyordum. Çay hareketli, kızgın, göğsünü kabartmış ve sinirliydi. Büyük bir su uğultusu bana yaklaşıyor, dalga dalga gelen sular beni yere çarpıyordu. Sürüklenerek yüksek bir taşın üzerine çıkıyordum. O kadar yorgundum ki azime nefes sayılarım sayılıyor ve gözlerim kararıyordu. Uyandığımda her bir köşe tarumar olmuştu. Yıkılan evler, çocuklarını selde kaybeden anne ve babaların kulaklarda unutulmayacak yankısı... Ve Molla Celal Mescidi; harabe olmuş duvarları, kırgın molozları... Halk, unutulmayacak bir anının habercisiyle beraber, yerdeki evlerden ve birçok yapıdan dökülen taşları temizliyordu. O kadar çok gözlem yaptım ki benim varlığım da aslında orada yoktu, ancak ruhum beni oraya götürmüştü. Saatlerin ve hatta günlerin nasıl geçtiğini anlamamıştım.
Yavaş yavaş etraf kendine gelmeye başlamıştı. Yadigâr Mescidi halk tarafından onarılmıştı. Çeşmenin iki yanına mermer eklenmişti. Günümüzde bu mermerler mescidin kitabesi olarak düşünülüyordu. Üzerindeki sülüs yazısını okumak için yaklaştığımda tam olarak şöyle yazıyordu:
Sol tarafında:
“Ammeten gördüm babamdan küçük amma etlice,
Kaldım aç, hemen çektim yedim lezzetlice.”
Sağ tarafında:
“Zahida korkma ya sende Rabbinden ruhsatlıca,
Ara bul bahsi hadiste aç gözünü dikkatlice.”
Buraya neden eklendiğini, kim yazdığını bilmiyordum. Düşünceler beynimin içinde yankılanıyor, merak dolu bir ifadeyle bu yazının sahibini arıyordum. Ayaklarım beni bir binanın kapısına götürdü ve kendime “Yazının sahibi burada.” dedim. İçimde yüksek frekanslı bir his oluşarak kapıyı çaldım. İçeriden çıkan adam beni gördüğünde şaşırdı, çünkü o zamana ait olmadığımı anladı. Beni süzerken kaşları hafifçe çatıldı. Zamanın ağırlığını üzerinde taşıyan yüzündeki çizgilerde hem yorgunluk hem de başka bir dönemin izleri okunuyordu. Bir süre konuşmadı; sanki beni bütünüyle anlamaya çalışıyordu. Sessizlik, kapının aralığından içeri dolan loş ışıkla birlikte daha da yoğunlaşmıştı.
“Sen… nereden geldin?” dedi.
Ben ise ne diyeceğimi bilemeden ona baktım. Çünkü ben de nereden geldiğimi tam bilmiyordum. Bu yüzden sadece dürüst oldum.
“Çeşmedeki yazı… onu kimin yazdığını öğrenmek istiyorum.” dedim.
Adamın gözleri refleks olarak büyüdü. Bir adım geriye çekildi ve kapıyı ardına kadar açtı.
“İçeri gel.” dedi.
İçeri adım attığım an, odanın içinde bulunan sobanın yanık odunsu kokusu beni tarihin içine tekrar çekti. Eski kâğıt, biraz toz, biraz da neredeyse unutulmuş bir baharat gibi... tam tarif edemediğim bir koku vardı. Raflarda sararmış defterler, ahşap kutular, yıpranmış kapaklı kitaplar diziliydi. Adam yavaşça kapıyı kapattı.
“Aradığın kişinin adı Ali Pesendi.” dedi usulca.
İsim içimde bir anda yankılandı. O isim, çeşmenin üzerindeki yazıyla, Molla Celal Mescidinin taşlarıyla, selde yıkılan evlerle, o sisli sokaklarla bir anda birleşmeye başladı.
“Kimdi o?” diye sordum.
Adam ağır bir adımla masanın kenarına yaslandı. Gözleri uzaklara, sanki esrarlı bir hatıranın içine dalmıştı.
“Ali Pesendi… bu mahallenin unutulmuş kalem erbabıdır.” dedi. “Her taşın, her izmenin, her mısranın bir hikâyesi olduğunu bilirdi. Çeşmedeki sözleri de o düşürdü mermerin üzerine. Ama kimse bilmez. Çünkü o, ismini bir yazının köşesine koyacak kadar kendini öne çıkarmayı sevmezdi.”
Sessizlik yine çöktü.
“Onu bulmak istiyorsan,” dedi adam, gözlerini tekrar bana çevirerek, “önce şunu anlamalısın: Ali Pesendi bir kişi değildir yalnızca. Yazdıkları da görünmeyeni görünür kılmak içindir.”
“Nerede şimdi?” diye sordum.
Adam gülümsedi; acıyla karışık, derin bir gülümseme.
“Onu bulmak için yanlış zamanda, doğru yerde yürüyorsun.” dedi. “Ama yine de bir iz var. Kapan Çayı’nın kıyısına, suyun en çok kabardığı yere git. Orada bir taş… bir işaret… bir kelime göreceksin. Kimi fark eder, kimi fark etmez. Ama sen edersin. Çünkü o seni çağırmış.”
Kapıya yöneldim. Adam arkamdan son bir cümle söyledi:
“Ama sakın unutma… Ali Pesendi’ye yaklaşmak, geçmişin sana ne söylemek istediğini duymaya hazırlıklı olmanı gerektirir.”
Kapıyı açtığım anda dışarıdaki hava bir anlığına uğuldadı. Sanki Kapan Çayı’nın kızgın sesi yeniden beni çağırıyordu. Ve ben, içimde büyüyen merakla o yöne doğru yürümeye başladım. Sanki suyun içinden biri fısıldıyor, biri çağırıyordu.
Taşların arasına çömelip dikkatlice baktım. Suya en çok direnen, en ağır görünen taşın üzerinde ince, neredeyse görünmez bir çizgi vardı. Ya da çizgi değil… bir kelime. Ama tamamlanmamıştı. Yarım bırakılmıştı. Sanki devamı başka bir yerdeydi.
Tam o anda arkamdan çok yaşlı bir ses geldi. Arkamı döndüğümde bembeyaz sakalı göğsüne kadar uzanan, gözleri kısılmış, elinde eski bir değnek taşıyan Aktekkeli Hoca’yı gördüm. Bu kişi, Ali Pesendi’nin yazmış olduğu muammanın cevabını bulan kişiydi. Cevap ise “çekirge” idi.
Taşların üzerinde yazan, bazen bir sembole bazen bir yazıya benzeyen şeylere anlam veremiyordum. Aktekkeli Hoca’ya sordum:
“Siz bunların ne anlama geldiğini biliyor musunuz?” dedim.
Hoca taşın üzerine yavaşça eğildi.
“Ali Pesendi böyle yapardı.” dedi. “Bir sözün yarısını taşa, yarısını zamana yazar. Okumak isteyen önce gözünü değil, kalbini açsın.” derdi.
Sessizlik çöktü. Çay eskisi gibi akmaya başladı; uğultusu hafifledi, sesi dinginleşti. Sanki bir düğüm çözülmüş, bir şey yıllardır beklediği sahibine kavuşmuştu.
“Ali Pesendi nereye gitti?” diye sordum.
Hoca başını eğdi.
“Kimse bilmez.” dedi. “Belki buradadır, belki çoktan başka bir zamana karışmıştır. Ama adı değil sözü kalır bir insanın.”
Hoca geri çekildi, değneğini yere vurdu ve uzaklaştı. Onun ardından bir süre baktım. Esen derin rüzgârla her şey normale dönmeye başlamıştı. Kapan Çayı’nın yerini kaldırımlar almaya başlarken ben de Molla Celal Mescidinin önüne, yani çeşmenin olduğu yere gitmiş ve eskiden olduğum yerde bekliyordum. Günün ilk ışıkları duvarlara vuruyordu. Çeşmeden ince bir su sesi geliyordu. Mermerdeki yazılar sabah ışığında daha belirgindi. Sanki Pesendi’nin eli hâlâ mermerin üzerinde geziniyordu.
Ve o an anladım:
Bu hikâyeyi taşıyan sadece taşlar, yazılar, sular değil; bu mahallede yüzyıllardır birbirine eklenen hayırlı ellerdi.
Bir zamanlar mahallenin yardımsever bir insanı olan Şengül, caminin onarımına ve mescide yapılan her hayra destek olduğundan halk arasında buraya “Şengül Cami” denmişti. Aynı şekilde Şengül Hamamı’nın yanında bulunan diğer küçük mescidin adının da bu hayırlı kadının isminden geldiği söylenegelirdi.