Bu yazı, biraz nostalji koksa da yıllar sonra farkına varılan garip bir yaşanmışlığın hikâyesidir.
Ben Eskişehir’in Aşağı Kuzfındık köyünde doğdum ve büyüdüm. Hemen hemen köydeki herkes gibi yoksul bir aileydik. Dizleri ve arkası yamalı pantolonların ve "kara lastik" tabir edilen ayakkabıların giyildiği yıllardı.
Gecelerimizi gaz lambası ile aydınlatır, ihtiyacımız olan suyu köy çeşmelerinden veya kuyulardan testi ve güğümlerle taşırdık.
Bir kilo ayçiçek yağı, bir kalıp sabun ya da beş numara lamba şişesi alabilmek için tavuklarımızın yumurtalarını yemeyip biriktirdiğimiz yıllardı. Kara sabanla çift sürer, dövenle harman kaldırırdık.
Burunlu, önden demir bir kolla çalıştırılan mavi renkli, Austin marka bir köy otobüsümüz vardı. Salı günleri Bozüyük’e, diğer günlerde Eskişehir’e sabah gider akşam gelirdi. “Şöfer Mehmet’in postası” derlerdi ona. Sesini duyduğumuzda geçeceği yolun kenarlarına dizilir, o geçtikten sonra savurduğu tozların içinde bir süre arkasından koşardık.
Okulumuzda Hasan Gümüşgöz adında bir öğretmen vardı. Hasan Gümüşgöz bizim sınıfı okutan Feriha Gümüşgöz’ün eşiydi. Hasan Öğretmen 4. sınıfların, Feriha Öğretmen 5. sınıfların yani bizim öğretmenimizdi.
Hasan Öğretmen’i size tanıtmak için uygun bir sözcük bulamıyorum. Efsane, kahraman, idealist, münevver, çalışkan, vatansever, vefakâr, cefakâr, alçakgönüllü v.b. sözcükler onu nitelemekte yetersiz kalır. O, kendini öğrencilerine adamış, mistik bir âlemin insanıydı. Aslen Çankırılıydı. Eşinin öğrencileri olmamıza rağmen bizimle de çok ilgilenirdi.
1969 yılıydı. Aradan 55 yıl geçmiş olmasına rağmen bugünkü gibi hatırlıyorum. İlkokul 5. sınıftaydık. Hasan Öğretmen sınıfımızdan altı öğrenciyi ders bitiminde okulda alıkoyar ve yatılı okul sınavları için bir iki saat çalıştırırdı. Nihayet bir sabah, beni ve beş arkadaşımı biraz önce bahsettiğim Şöfer Mehmet’in postasına bindirerek Eskişehir’e, devlet parasız yatılı ortaokul ve lise sınavlarına götürdü. Hiçbirimizin babası, annesi ya da ailesinden bir kişi yoktu.
Şehre vardığımızda, tozlu ve çamurlu köy yollarına alışkın kara lastiklerimiz ilk defa asfalt yolda yürümenin zevkini tadıyordu.
Eskişehir’in köklü eğitim kurumlarından Süleyman Çakır Kız Lisesi’nde sınava girdik. Sınavlar bugünkü gibi çoktan seçmeli test şeklinde değil açık uçlu sorularla yapılıyordu. Her dersten birer ikişer sorudan sonra en son bir Kompozisyon sorusu olurdu. Hasan Öğretmen bu kompozisyon sorusuna çok önem verirdi. Sınava hazırlandığımız günlerde onlarca defa ya bir atasözü ya da bir vecize verip bize sayfalarca kompozisyon yazdırmıştı.
Sınavda, cevaplar için verilen sürenin dolmasına epey bir zaman varken ben sınav kâğıdımı teslim edip çıktım.
Hasan Öğretmen bahçede bekliyordu. Beni görünce heyecanla hızlı hızlı yanıma gelerek bir köşeye çekti. Önce niye erken çıktığımı sordu. Bitirdiğimi söyledim. Sonra tek tek soruları sordu. Ben soruyu söylüyor, daha cümleyi tamamlamadan o “ne cevap verdin?” diyordu. Bütün soruları ve verdiğim cevapları söyledim. Kompozisyonu ne kadar yazdığımı sordu, yarım sayfa dedim. “Aferin” dedi. Yüzündeki ifadeden memnun olduğunu anladım.
Biz öğretmenimle konuşurken sınavdaki çocuklarını bekleyen bazı veliler de etrafımızda halka olmuş, bizi dinliyorlardı. Onlardan biri, yanındakine dirseğiyle dokunarak hafif bir ses tonuyla benim için “bu çocuk kazanır.” diyordu.
Bunu söyleyen meçhul kişi haklı çıktı. Sınavı kazanmıştım. Sadece ben değil, iki arkadaşım daha kazanmıştı. O yıl Eskişehir Atatürk Lisesi’nin pansiyonuna Aşağı Kuzfındık Köyü İlkokulu’ndan mezun üç arkadaş birlikte girdik.
O iki arkadaşım Erol Ülker ve Nazif Kurtuldu bugün hayatta değiller. Hasan Öğretmenim de… Onlara Allah’tan rahmet diliyorum.
Hafızama kazınmış bu olayı, kıyas olması açısından anlattım. Şimdi Türk millî eğitimine yıllarını vermiş biri olarak yaşadıklarım sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor ve kendi kendime şu soruları soruyorum:
Bugün kaç öğretmen, Hasan Öğretmen’in yaptığı gibi, öğrencilerini hiçbir karşılık beklemeden aylarca çalıştırır ve sınav günü bizzat kendisi götürüp getirir?
Şimdi bütün sınavlar test tekniğiyle yapılıyor. O gün açık uçlu sorularla yapılıyordu. O sistem, nasıl bir sistemdi ki, yüzlerce öğrencinin sınav kâğıtlarının tek tek okunup âdil bir şekilde değerlendirilmesine imkân veriyordu?
Sınav komisyonlarında görevli öğretmenler nasıl yetişmişlerdi ki, hiçbir ayrım gözetmeden âdil bir şekilde puanlama yapmışlardı? Okula kayıtta bile torpilin işlediği bugünkü sistemde, açık uçlu sorularla bir okula giriş sınavı yapılsa inanıyorum ki torpilden geçilmez.
Şunu çok iyi biliyorum: Bugün sahip olduğum her şeyi, elli yıl önce benim gibi yoksul köy çocuklarının elinden tutan o sisteme ve o öğretmenlere borçluyum,
Kısacası ülke olarak elli yıl öncesine göre elbette daha gelişmiş bir ülkede, daha müreffeh bir hayat yaşıyoruz. Ancak birçok alanda ileri giderken başta ahlâkî değerlerimiz olmak üzere birçok alanda da geriye gittiğimiz gün gibi ortada.