Yıl 1914… Büyük devletlerin dünyayı paylaşma mücadelesinin başladığı sene… 1.Dünya Savaşı’nın hemen başlarında Çanakkale Boğazı büyük...

Yıl 1914… Büyük devletlerin dünyayı paylaşma mücadelesinin başladığı sene… 1. Dünya Savaşı’nın hemen başlarında Çanakkale Boğazı büyük bir önem kazanmıştı çünkü Batı’nın sömürgeci devletleri âdeta İstanbul’un giriş bileti konumunda olan Çanakkale’yi bir deniz harekâtıyla ele geçirerek Osmanlı Devleti’ni savaşın dışında bırakmak istiyordu. Bu sebeple 18 Mart 1915’e kadar süren deniz muharebeleri yapıldı. En son 18 Mart’ta çok güçlü bir donanma ile boğazı zorlayan İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Türk topçularının olağanüstü başarısı karşısında mağlup olarak ve ağır zayiat vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Çanakkale Zaferi, Balkan savaşlarıyla içte ve dışta sarsılmış olan Osmanlı Devleti’nin saygınlığını yeniden güçlendirmiş, çökmekte olan imparatorluğun içinde necip Türk milletinin gücünü ve ruhunu hâlâ koruduğunu göstermiştir.

Çanakkale Harbi yaşanırken diğer yandan da Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları Osmanlı’ya karşı ayaklanmış vaziyettedirler. Şerif Hüseyin’i hizaya getirmek ve fesatlıklarına son vermek amacıyla Teşkilat-ı Mahsusa tarafından görevlendirilen Mehmet Akif ve beraberindeki heyet Hicaz’a gönderilir. Çölde güç şartlar altında ilerlemeye çalışan Mehmet Akif ve birlikte olduğu heyetin aklı Çanakkale’de kalmıştır. Savaşın durumundan haber alamayan heyetin hedefi çölü aştıktan sonra El Muazzam İstasyonu’na vararak telgraf yardımıyla Çanakkale’den haber almaktır. El Muazzam İstasyonu’na ulaştıktan sonra Eşref Bey’den Çanakkale’nin müjdesini alan Akif, o gece Çanakkale Destanı’nı yazmadan canını almaması için Allah’a dua eder. Abdest alarak namaz kılıyor, sonra çöl kumları üzerinde kıbleye dönerek yere kapanıyor, saatlerce kımıldamadan yerde kalıyor… Bu sebeple Eşref Bey korkuya kapılıyor, yavaşça Akif’in yanına gidiyor ve bakıyor ki nefes alıp veriyor, hiç dokunmadan geri çekiliyor. Birkaç saat sonra Akif yerinden kalkıyor, abdest tazeliyor ve tekrar namaza duruyor. Bakıyorlar ki Akif’in yüzünü yapıştırdığı kumlar gözyaşlarıyla ıslanmıştır. O gece zayıf bir lambanın ışığı altında eline kâğıt ve kalemi alan Akif “Çanakkale Şehitlerine” şiirini yazmıştır. İşte şiirin bir kısmı:

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?

En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”

Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller

Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,

Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre .

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!

Ne çelik tabyalar ister ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm…

Görülmek üzeredir ki Mehmet Akif, Çanakkale ruhunu şiirine ilmek ilmek işlemiştir. Her okunuşunda ayrı bir gurur ve gizli bir ürperti vermektedir. Sözlerimi Akif’in dizeleriyle sonlandırmak istiyorum:

“Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.”