Her zaman diliminin, her çağın bir ruhu vardır. “Zamanın ruhu” tabirinin anlatmak istediği şey ise belirli bir çağdaki düşünce ve davranışları şekillendiren müşterek değerlerdir. İçinde yaşadığımız 21.Yüzyıl “Tüketim Çağı” olarak adlandırılıyor. Tüketim toplumunun genel yapısına baktığımızda şunları görüyoruz: İnsanlara sürekli yeni ihtiyaçlarının olduğunun hissettirilmesi, gündelik hayattaki hoşnutsuzlukların, mutsuzlukların ve gerilimlerin ilacının alışveriş yapmakmış gibi sunuluyor olması. Sürekli kendi hazzımıza (doyumsuzluğumuza) odaklandığımız bir yaşam tarzı dayatılıyor. İhtiyaç olmayan şeyler, haz duygusunu tatmin etmek için satın alınıyor. Yani duygusal arzular faydacı nedenlere ağır basıyor.

Günümüzde hemen her şeyin, her anlamda son derece hızla tüketildiğini söylemek yanlış olmasa gerek. İlişkiler, olaylar, haberler, vakit, enerji, gıdalar, giysiler, mekanlar ve çok daha fazlası… Özellikle şehir hayatının sıkışık ve yoğun temposunda hepimiz (biraz da trendlerin etkisiyle) elimizde olan şeyleri hızlıca tüketmeye zorlanıyoruz. Bu da kaçınılmaz olarak tüketim bozukluğunu ortaya çıkararak tükettiğimiz şeyleri içi boş, anlamsız ve gerekli faydayı sağlayamamış şeyler haline getiriyor.

Hızlı yemek yemenin getirdiği kısa süreli doygunluk gibi bizler de her gün zihin akışımızdan geçen binlerce, on binlerce veriyi süratle tüketerek anlamsız bir doygunluğa ulaşıyor ve “her şeyden haberdar” olduğumuzu sanıyoruz. Fakat bu hızın bizi koca yanılsamalara ittiğini fark etmek zorundayız.

Günlük akışta tükettiğimiz hemen her şeyin bu kadar hızla tüketiliyor oluşu, deneyimlediklerimizin farkına varma ayrıcalığını elimizden alırken bir yandan da doğruluğu ya da bütüncüllüğü teyit edilemeyecek pek çok bilgiye tutunarak dünyaya bakmamıza sebep oluyor. Bunun yarattığı çok büyük bir sorun olarak da karşımıza zihinlerimizde betonlaşmış “çarpık kentleşmenin” çıktığını söylemek yanlış olmasa gerek.

“BUGÜN ülkemize baktığımız zaman, tüketim arzusu ve isteği bütün toplumu kuşatmış, insanlarımız kapitalist zihniyetlerin ve güçlerin çıkarları doğrultusunda âdeta bir tüketim ağı içerisine sürüklenmiş durumda ve tüketimle birlikte tükenmekte...". Bu sözleri, Yrd. Doç. Dr. Melek Coşgun’un "Popüler Kültür ve Tüketim Toplumu" başlıklı makalesinden aldım. Elbette yemeye, içmeye, barınmaya, giyinmeye ve dinlenmeye ihtiyacımız var. Bunlar bir insanın ve her toplumun var oluşundaki en temel ihtiyaçlardır. Ancak 100 yıl önce yenilen, içilen, barınılan, giyilen ve hatta dinlenmemizi sağlayan şeyler bile; bugünkülerle aynı değil. Sürekli olarak daha fazlasını ve daha fazlasını istiyoruz. Daha lezzetli yemekler, daha şık odalar, daha güzel oteller; sürekli olarak tüketim peşindeyiz. Durum sadece ülkemiz için değil, neredeyse “küresel bir köy” hâline gelen dünyamız için de geçerli. Çünkü yaşadığımız çağ, teknolojinin insanı egemenliği altına aldığı, geçmişin makineleşmek adına kutsadığı dönen çarkları bir tuşun boyunduruğuna soktuğu bir çağ. Bu çağda kalite, "hız" ile ölçülmekte. Geçmişin hazzı, bugün yerini hıza bırakmış durumda. Hız ise "Çok üret, çabuk tüket, dün dünde kaldı, bugün değil, yarın ne yapacaksın?" sorusuyla kölelerini kamçılayıp duruyor.

 

Bu kölelik düzeni "üret-tüket" döngüsü içerisinde hiç geriye bakmadan, hiçbir vicdanî hesaplaşmaya -zaman yokluğu nedeniyle- yer vermeden baş döndürücü bir hızla yoluna devam ediyor. Bu döngünün iyi-kötü ölçüsü, "tüketilir" olmakla ölçülüyor. Çok tüketilen, “iyi” oluveriyor. “Modern” denilen kölelik dünyasının en büyük geçer akçesi ise “reyting” oluyor.

Tüketim algımız, “anında’’ kelimesi ile aynı oranda ilerliyor. Tüketiyoruz, hem de anında tüketiyoruz. Bu nedenle tükeniyoruz, yavaş yavaş tükeniyoruz. Daha çok yedikçe, daha çok “farklı’’ giyindikçe, daha şık evlerde oturdukça; iç varlığımızda bir şeyler tükeniyor. Çünkü tükettiğimiz hiçbir şey, iç varlığımıza hitap etmiyor ya da iç varlığımıza ulaşmıyor. Her şey, dışarıda kalıyor. Basit bir tüketim kültürü haline gelmekten başka bir işe yaramıyor. Dünyasal olarak neye sahipsek, oyuz; sanıyoruz.

Uzun lafın kısası: Üretmenin değil, tüketmenin gururunu yaşıyoruz. Bizler eşyalara sahip değiliz, eşyalar bize sahip. Kazanmanın değil harcamanın övüncünü duyuyoruz. Yetmiyor, ilişkileri de hızla tüketiyoruz ve tükettikçe tükeniyoruz.