DİLE GELMEK-GETİRMEK-DÜŞMEK…

Dile gelmek, bir kişinin bir konuda düşünce veya isteğini içtenlikle, açıkça ifade etmesi… Bir şeyi dile getirmek, insanların iç dünyasını yansıtması demek… Dillendirmek, bir şeyi söz ile ifade etmek, söylemek anlamında… Dile düşmek, toplum içinde kötü şeyler söylenmesi veya kötüleyecek şekilde konuşulması… Dile düşmek, bir kişinin hakkında dedikodu yapılması, olumsuz olaylarla ilişkilendirilmesi… Dile gelmek, dile getirmek, güzel…  Dile düşmek, istenmeyen durum… Dile düşen; halkın tepkisini çekecek davranışlar sergilediği için, gözden de gönülden de düşer… “Ağaçtan düşen yaprak nasıl ki kurumaya mahkûmsa, gönülden düşen de unutulmaya mahkûmdur.” (Necip Fazıl Kısakürek)… Gönül gözüyle görmeyen, gönül diliyle konuşamayan, can gözüyle neyi, ne kadar dile getirebilir ki? Dünyada eğrilip bükülen ve kemiği olmayan dil ile neyi dillendirebilir ki... “Dediler ki: Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Dedim ki: Gönüle giren gözden ırak olsa ne olur.” (Hz. Mevlana)…

İnsanların diline düşen, bulunduğu mekânı terke etse de, nafile… Gerçi, arsız ve aymaz olunca insan, milletin diline düşmeyi bile çıkar uğruna kullanır, düştüğü hâle üzülmez, bunu ‘reklamın iyisi kötüsü olmaz’ diye bilir… Yaptığı her bir uygunsuz işin içinden sıyrılmayı beceren çokbilmiş, dile düşmeyi umursamaz, her şeyi farklı dillendirmeyi hüner bilir… Ârlı insan ise, uygunsuz davranışları ve söyledikleri yüzünden dile düştüğünde, insan içine çıkamaz… Dile düşen mazlûm ve mâsumun hâli ise, farklı… Zaman değirmeninin öğütemediği tek şey bu… Mazlumun dile gelmesi, derdini dile getirmesi sözlerle değil, beden diliyle olur… Sözle ve yazıyla kazınan ya da kaydedilen, görünmeyen hafızada elbette bir gün açığa çıkar… Bu, dile gelmenin zirve noktası… Gerisi faso fiso, söz kırıntısı, lakırdı, zırva… İlahî buyruk çok net: “Gözler kamaştığı, ay karanlığa gömüldüğü, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman, o gün insan ‘kaçış nereye?’ diyecektir.” (Kıyâme, 7-10)… “Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü, denizler birbirine katıldığı, kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman, insanoğlu (yapıp) gönderdiklerini ve (yapamayıp) geride bıraktıklarını bir bir anlar.” (İnfitâr, 1-5)…

Dile gelmek, hakkı dile getirmek olduğunda anlamlı… Söz ki yerinde ağırdır; söz ki dile hafif gelir, mizanda (ilahî adalet terazisinde) ağır gelir… Kıymetli söz, kaliteli söz… Lâtif söz… Söz ehline düşünce, bir damla fikir olur… Söz ayağa düşmeden, sözü dilden dile aktarmalı… Yan gelip yatmayı zül sayıp “İki günü eşit olan zarardadır.” (Hadis-i Şerif)’ini düstur edinmeli…  Söz, kırpılmamalı; söz, eveleyip gevelemeden söylenmeli… Söz, hakkı hak bilip; doğruyu çarpıtmadan ve doğruyu eğirip bükmeden söylenmeli… Söz, sözün bittiği yerde bile vücut diliyle, gönül diliyle, bilinen her bir dil ile dile getirilmeli… Söz, bildiğini bilmeyenlerden esirgemeden dillendirilmeli… Gönül süzgecinden geçmeyen söz dile getirilmemeli… Zira sözün niteliği, sözün söylenmesinden ziyade, sözün yaşanmasıyla daha iyi anlaşılır… Söz, fikir çilesi çekilerek, bir damla fikir olarak usulünce sarf edilmeli… Söylemeden ve yazmadan önce, sabırla anlamak için mevzu her ne ise araştırılmalı, okunmalı, dinlenmeli… Malûm, “Söz dediğin yaş deridir, nereye çekersen oraya gider.” (Atasözü)… Söylediklerimiz gönül dilimizden dökülmeli ve söylediklerimize ve yazdıklarımıza sevgi katılmalı… “Söz biliyorsan söyle, inansınlar; bilmiyorsan söyleme, seni bir adam sansınlar.” (Atasözü)…

Kalp deniz, dil kıyıdır. Denizde ne varsa kıyıya o vurur… - Dil, tencerenin kapağına benzer. Kıpırdadı da kokusu duyuldu mu ne pişiyor anlarsın. ” (Hz. Mevlana)… Dil ve beden dili son derece önemli… Meselâ, Japonya’da toplum içinde insanların birbirine olan saygısı son derece mühim… Saygı gösterirken kullanılan kibar sözcükler ve güler yüzle eğilmeler (omotenashi), Japonların hayat tarzı… Japonya’da herhangi bir dükkâna, sinemaya, hamama vb. her nereye giderseniz gidin, karşılaşacağınız ilk kelime ‘irasshaimase’ (Hoş geldiniz)… Japonlarda saygı unsurunun en temel noktalarından biri mutlaka gülümsemek… Japonlar, bir toplantıda veya ayaküstü birileriyle konuşup tanışırken kartvizitlerini, dillerini ve beden dillerini kullanarak, iki eliyle ve biraz eğilerek verirler… Bu, saygın ve anlamlı bir tarz… Erdemli olan, “Dilinden ve elinden Müslümanların emniyette olduğu kimsedir.” (Hadis-i Şerif)… Bir şey, nasıl mı dile getirilmeli? Sevgiyle, saygıyla, ilimle-irfanla-izanla-edeple… Dilin kemiği yok, ağzı olan konuştuğunda söz akıldan süzülmeden çıkarsa, sonuçta, iletişim felç olur… Dilin, anlaşma sisteminin bozulması, geçmiş ile bugünümüzü ve geleceğimizi birbirinden koparır…

Mühim olan; maksadı dile getirirken, lafı ve taşı gediğine koyabilmek… Karacaoğlan’ın deyişiyle; “Tırnağın var ise başın kaşı; kimseden kimseye vefâ yoğ imiş.” gerçeğini bilerek hareket edebilmek… Önemli olan; laf kırıntılarına itibar etmeden, lafı kırpmadan ve tırtıklamadan, hakkı suiistimal edenlere ve kem gözlere göz kırpmadan, gözümüzü budaktan sakınmadan, lafı eveleyip gevelemeden, dikleşmeden dik durabilmek ve sözü yerinde ve doğru olarak aktarabilmek… Birbirimizle güzel ve nezih Türkçemizle laflayabilmek; iletişim kurabilmek… Ne söylendiğimiz, sözü nasıl söylendiğimiz, sözü kime/neye söylediğimiz, sözü nerede söylendiğimiz ehemmiyetli… Kendimize zarar geleceğini bilsek dahi, hakkı söyleyebilmek; sözümüzü tutabilmek; haktan taviz vermemek; lafımızın arkasında durabilmek lâzım… Mesele, haksızlık karşısında susmamak; sözümüzü ayağa düşürmemek… Sırtımızda taş taşımak, ama laf taşımamak; haksızlık karşısında dilimizi eğirip bükmemek ve laf/söz cambazlığı yapmamak; değerli olan… Söz; dinlenildiğinde, okunduğunda, öğrenildiğinde ve sözün gereği yapıldığında anlamlı… Muhatabımıza büyük laf etmeden önce, dönüp kendimize bakmak gerek… “Bildiği hâlde susmak, bilmediği hâlde konuşmak kadar çirkindir.” (Hz. Ali) ölçüsüne uymak en güzeli… Nasıl ve ne zaman konuşulması gerektiğini bilmek ve nasıl ve ne zaman susulması gerektiğini bilmek; çok daha kıymetli… Sözün büyüğünü edip büyüklenmek, bizi küçülten şey…  Maalesef, kısacık ömrümüzde, pervasızca büyük laflar edebiliyoruz birbirimize, sonra da mekânı terk edip gidiyoruz... Tesirli konuşmanın sırrı, fuzulî sözleri terk etmekte gizli, hâlbuki… Efendi ve hanımefendi olanın lafı, ağaç gibidir; kökü yerde, başı gökte… Büyük lokma yenilmeli, lâkin büyük laf edilmemeli… Konuşabilmek başka, konuşmayı bilmek başka… Edilen söz oka benzer, nice kimseleri yaralar; nice nimetleri yok eder… Akıl-kalp tutulmasıdır, dili tutamamak… Kutsal buyruk belli: “Kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.” (Hadis-i Şerif)… Her bir şeyi şatafatlı sözlerle, dile getirmek marifet değil… Lafın büyüğü, çoğu, maksadı aşanı; yalansız olmaz… “Eğer çok konuşmak faydalı olsaydı Allah iki ağız, bir kulak verirdi. Onun için, çok dinleyip az konuşmak gerek.” (Şems-i Tebrizî)… Bir şeyi dile getirirken, hangi taşı gediğine koymalı? Elbette, kilit taşını…

Anlamayanlar için dilimizi, vefâsızlar için yüreğimizi ve aklımızı yormaya gerek yok… Elden ayaktan düşmekten daha kötüsü; dilden dökülenlere dikkat etmeden sözü yürekten süzmeden dillendirmek… Bir sözcüğü dilden çıkarırken, gönülden düşmemek ve doğruyu dile getirmek kaygısı olmalı her birimizde… Selam, sevgi ve saygılarımla.