Elsine-i selâse “üç dil” demektir; Osmanlı devrinde Türkçe, Arapça ve Farsça için kullanılırdı.

 Bir Osmanlı aydını için elsine-i selâseyi en iyi şekilde bilmek, okumak ve yazmak çok önemliydi.

 “Arapça ilim dili, Farsça sohbet dili, Türkçe devlet dili” söyleyişi, bir atasözü gibi asırlarca söylenegelmiştir.

 Elsine-i selâseyi bilmeyen kişiler, kim olursa olsun ilim ve sanat erbâbı sayılmaz, önemli mevki ve makamlara getirilmezdi.

 Tarihini, kültürünü, inancını tam ve doğru olarak bilmek için bu üç dili bilmek gerekirdi.

 Türkçe her Türk’ün anadiliydi ve tarihin en eski dillerinden biriydi.

 Yenisey ve Orhun ırmaklarının kıyı topraklarında kayalar üzerine kazınmış yazılar ve kitâbeler bunun en büyük kanıtıydı.

 Türkçenin Batı kolu Oğuzca, Osmanlı coğrafyasının her tarafında bütün asaleti ve ihtişamıyla konuşulur ve yazılırdı.  

 Arapça ve Farsça ise en düşük seviyedeki medresede bile öğretilirdi.

 Arapça enbiyânın dili, Farsça evliyânın dili, Türkçe ümerânın diliydi.

 İdarecilerin, ilim ve sanat adamlarının Arapçayı ve Farsçayı mutlaka öğrenmesi, bilmesi gerekirdi.

 Atlı-bozkır kültürü ve çadır medeniyetine sahip olan Türkler İslâmiyet’i kabul ettikten sonra dinî ve ilmî eserleri okumak ve anlamak için Arapça öğrendiler. Arap-İslâm âlimlerinin kitaplarını Türkçeye çevirdiler, o kitaplara şerhler yazdılar.

 Çünkü zamanın geçerli bilim dili Arapçaydı. 10. ve 11. yüzyıllarda Batı dünyası bile felsefe, tıp, matematik, astronomi gibi alanlarda Arapça yazılmış kitapları kendi dillerine çeviriyorlar, yoğun bir bilgi transferi yapıyorlardı. Manastırlar tercüme merkezlerine dönmüştü.

 Daha da önemlisi Arapça Kur’ân’ın diliydi. Hz. Peygamber’in diliydi. Kur’ân’ı ve Peygamber’i doğru anlamaya çalışan, inandıkları dini doğru yaşamak isteyen Türkler için Arapça öğrenmek şarttı.

 Türkler Arapçayı sadece öğrenmekle kalmadılar; bu dili asırlarca kullanarak bir “ilim dili” haline gelmesine de öncülük ettiler. Farâbî el-Medînetü’l-Fâzılâ’yı, İbni Sinâ el-Kânun’u Arapça yazdı.

 Türkler bir yandan Arapça öğrenmek için çaba gösterirken diğer yandan Türkçenin unutulmaması, Arapça ve Farsçadan geri kalmaması için gayret gösterdiler. Kaşgarlı Mahmut’un Divânü Lügât’it-Türk ve Ali Şîr Nevâî’nin Muhâkemetü’l-Lügateyn isimli sözlükleri bu amaçla yazıldı.

 Farsçaya gelince, Farsça şiirsel ve melodik ses yapısı ile bir kültür ve edebiyat diliydi. Firdevsî, Sa’dî, Hâfız, Molla Câmî, Ferîdüddîn Attâr, Ömer Hayyâm, Genceli Nizâmî Fars dili ve edebiyatının zirve isimleriydi.

 Farsça, Güneybatı Asya’da ve Ortadoğu’da çevresindeki bütün dilleri etkilediği gibi Türkçeyi de etkiledi. Özellikle tasavvufî eserleri Farsça yazmak bir gelenek hâline geldi.

 Anadolu Selçukluları döneminde bir ara resmî dil gibi kullanılan Farsça şair ve yazarlar tarafından rağbet edilen bir dil olarak asırlarca kullanıldı. Birçok Türk şairi Farsça Divan’lar tertip ettiler, Mevlânâ ünlü eseri Mesnevî’yi Farsça yazdı.

 Böylece kadîm kültürlerin dillleri olan Elsine-i selâseden, yani Türkçe, Arapça ve Farsçadan sentez bir dil olarak Osmanlı Türkçesi doğdu. Bir başka deyişle ana iskeleti ve beyni Türkçe olan, bunun yanında Arapça ve Farsça ile zenginleşmiş bir Osmanlı Türkçesi ve Osmanlı kültürü ortaya çıktı. Bu sebeple, bu dile “Osmanlıca” demiyoruz, “Osmanlı Türkçesi” diyoruz.

 Aslında bu üç dil birbirinden köken ve yapı bakımından çok farklıdır: Arapça, Hami-Sami dilleri grubunda yer alır ve çekimli bir dildir. Farsça, Hint-Avrupa dil ailesinde önden ve sondan eklemeli dillerdendir. Türkçe ise Ural-Altay dil grubunun Altay koluna bağlı sondan eklemeli bir dildir.

 Birbirinden çok farklı özelliklere sahip, bu üç dilin ortaklığıyla oluşan Osmanlı Türkçesi, Türk şairleri tarafından asırlarca kullanıldı ve bu dille geleceğe ölümsüz eserler bırakıldı.

 Onun için Türkçemizin farklı dönemlerde ortaya çıkan farklı biçimlerinin hiçbirini diğerlerinden ayırmadan hepsine birden sahip çıkıyoruz.

Gâh eserim yeller gibi

Gâh tozarım yollar gibi

Gâh akarım seller gibi

Gel gör beni aşk neyledi

diyen Yûnus, bizim Yûnus’umuzdur.

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı 

diyen Fuzûlî de bizimdir.

Karacaoğlan da bizimdir, Yahya Kemal de…

Âşık Veysel ne kadar bizimse Nedîm de o kadar bizimdir.

Son olarak şunu söyleyebiliriz: Türkçe imparatorlukların dilidir. Hun, Göktürk, Uygur, Selçuklu, Osmanlı ve diğerleri… Türkçe bütün dalları ve kollarıyla bugün dünyada en çok konuşulan dillerden biridir.

Kadim medeniyetimizi geçmişten geleceğe taşıyan dilimiz en kutsal değerlerimizdendir. Ona sahip çıkmak ve en güzel, en doğru şekilde kullanmak millî bir görevdir.

Unutmayalım ki; Türkçe varsa Türklük vardır.