Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

Tarihi "tekerrür" diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

 (Mehmet Âkif Ersoy)  

Millet olarak “her şeyi bilme” gibi bir hasletimiz (!) var. Tarih, edebiyat, sanat, siyaset, din, askerlik, ekonomi, spor… Mâşallah, herkes her şeyi biliyor. TV kanalları her şeyi bilen çubuklularla dolu.

 Son zamanlarda Osmanlıyız, Osmanlı torunuyuz, Osmanlıcıyız vb. söylemler etrafında siyasî ve fikrî bir cephe oluşturulmaya çalışılıyor. Sanki Türk tarihi Osmanlılarla başlıyor!

 Konu çok geniş ve derin olduğu için düşüncelerimi ana başlıklar halinde kısaca özetlemek istiyorum:

· Osmanlı, Osman Bey’in adına izafeten, kurmuş olduğu devlete ve bu devletin mensuplarına verilen bir addır. Yani Osmanlı bir milletin, bir ırkın, bir soyun adı değil, bir hanedanın adıdır.

· Türk, tarihte irili ufaklı 80’den fazla devlet kurmuş büyük bir milletin adıdır. Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı boyu, Oğuz Türklerini oluşturan 24 boydan biridir. Yani Osmanlılar da Türk oğlu Türk’tür.

· Bilinen tarihin en eski Türk toplumu olan Hunlar, Milattan önceki çağlarda dört imparatorluk kurarak Avrasya’ya hükmetmişlerdir.

· Hunlardan sonra Göktürkler, Avarlar, Hazarlar, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Harzemşahlar, Altın Ordalılar, Timurlular, Babürlüler ve Osmanlılar, Türk tarihinde birbirine ulanmış devlet ve imparatorluklarımızdır. Cumhurbaşkanlığı forsunda hepsinin bayrakları daire şeklinde sıralanmıştır.

· Osmanlıcılık, 18. yüzyıldan itibaren siyasi, askerî ve ekonomik sıkıntılar yüzünden kötü duruma düşen Osmanlı Devleti’ni bu durumdan kurtarmak için ortaya atılan üç ana fikir akımından biridir. Diğerleri Türkçülük ve İslâmcılık’tır.

· Osmanlı sınırları içindeki Müslüman ve Müslüman olmayan bütün milletleri eşit haklarla bir arada tutmak düşüncesine dayanan Osmanlıcılık fikri, Tanzimat’tan sonra devlet yönetiminde uygulanmaya çalışılmış; ancak Osmanlı Devleti’ni parçalanmaktan kurtaramamıştır.

· Gayrimüslimlerden ümit kesilince bu sefer sadece Müslümanları bir arada tutmak için İslâmcılık fikri öne çıkarılmaya çalışılmış; ancak Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman milletler de Osmanlı’ya karşı cephe oluşturunca bu düşünce de iflas etmiştir. Osmanlı padişahının İslâm dünyasının halifesi olması ve bütün Müslümanları cihada davet etmesi de işe yaramamıştır.

· 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde tutunabileceğimiz tek düşünce akımı Türkçülük kalmış, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.” anlayışıyla millî mücadele gerçekleştirilmiş ve yeni Türkiye Cumhuriyeti devleti bu felsefe üzerine inşa edilmiştir.

Osmanlı Devleti gökten zembille inmemiş, önceden var olan Selçuklu’nun küllerinden doğmuştu; Türkiye Cumhuriyeti de aynı şekilde Osmanlı Devleti’nin küllerinden doğmuştur.

Bugün milletimizin adı Türk’tür. Ülkemizin adı Türkiye’dir. Devletimizin adı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Dilimiz Türkçedir. Bayrağımızın adı Türk Bayrağı’dır.

Doğrusuyla, eğrisiyle; zaferleriyle, hezimetleriyle Hunlardan bugüne kadar tarih, “bizim tarihimiz”dir; ecdat bizim ecdadımızdır. Sahip çıkmak boynumuzun borcudur.

  Büyük düşünür ve yazar Peyami Safa “Tarihinin sürekliliğini kaybeden bir millet, her şeyini kaybetmeye mahkûmdur.” der. Tarihimizin sürekliliğini kaybetmemeliyiz.

Tarihimizi iyi bilmeliyiz, çocuklarımıza ve gençlerimize iyi öğretmeliyiz. Tarih, geçmişte yaşananlardan ders almak içindir. Tarihi bilmek, anlamak ve tarihten ders almak özellikle siyasetçiler için çok önemlidir. Osmanlının son dönemde yetiştirdiği ünlü tarihçi, hukukçu ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa, “Tarih bilmeyen siyasetçi, pusula okumayı bilmeyen kaptana benzer; ikisi de gemiyi karaya oturtur.” der.

 Sonuç olarak; yazının başında Mehmet Âkif Ersoy’un ifade ettiği gibi bir millet, tarihte yaşadığı kötü hadiseleri tekrar yaşıyorsa, önceki yaşadıklarını sebep ve sonuçlarıyla iyi analiz etmemiş ve onlardan ders almamış demektir.

 Sosyoloji ilmi de aynı şeyi söyler: Aynı sebepler, aynı şartlar altında, aynı sonuçları verir.

 Milleti oluşturan fertler arasındaki ortak duygular yok olmuşsa, dayanışma ortadan kalkmışsa, üretim zayıflamış tüketim çılgınlığı başlamışsa, liyakatsiz yöneticiler iş başındaysa, mülkün temeli olan adalete güven kalmamışsa, geleceğe dair umutlar tükenmişse, yönetenlerde gurur, kibir, gösteriş, riyakârlık ve yalakalık gibi menfi tavırlar söz konusuysa o toplum dünyanın en zengin, en güçlü toplumu da olsa kısa süre sonra çökmeye mahkûmdur.

 Fakat bu sayılanların aksine birlik içinde ortak duygular taşıyan, herkesin kendi alanında bir şeyler ürettiği, adalet terazisi doğru tartan, liyakatli, ahlâklı ve idealist yöneticilere sahip milletler, tarih sahnesindeki varlıklarını on binlerce yıl devam ettirirler.

 Bu, tarihin değişmez bir kanunudur ve her zaman, her yerde geçerlidir. Geçmişte hep böyle olmuştur; gelecekte de öyle olacaktır.