Yaklaşık yarım asır önce katıldığım bir konferansın sonunda konuşmacıya, “Birçok düşmanımız var; ancak en büyüğü ve en tehlikelisi hangisi?” diye sormuştum.
Ben Yunan, Bulgar, Rus, İngiliz gibi bir cevap beklerken konuşmacı, “Bizim dışımızda herkes” diyerek beni şaşırtmıştı.
Elbette düşmanlıklar üzerinden bir dış politika yürüterek, sürekli savaş naraları atarak, ona buna saldırarak bir yere varamayız.
Barış ve huzur içinde yaşamak kadar güzel bir şey var mı! Fakat tarih böyle akmıyor. Milletler mücadelesi bütün şiddetiyle devam ediyor. Dün neyse bugün de o.
Ben, özellikle Batı’daki Türk düşmanlığının yeni bir şey olmadığını, Hun atlılarının Avrupa içlerine daldığı yıllarda başladığını ve binlerce yıl katmerlenerek devam ettiğini düşünenlerdenim.
Fransız tarihçi Albert Sorel, Türklerin Avrupa'ya ayak bastığı andan itibaren bir “Şark Meselesi”nin ortaya çıktığını söyler ki, doğrudur.
Ne zaman ki Türk'ün ayağı önce Anadolu'ya ve ardından Avrupa'ya bastı, işte o gün dünyanın dengeleri alt üst oldu.
Ve yine o gün, Batı dünyasında Türk'ü önce Avrupa'dan, sonra Anadolu'dan söküp atmak ve geldiği Orta Asya steplerine sürmek fikri oluştu.
Şark Meselesi demek, Türklerin ve dolayısıyla İslâm'ın imhası demekti.
Bu fikri gerçekleştirmek için nice Haçlı seferleri düzenlendi; ancak her sefer sonrasında Türk daha da güçlendi.
Bir seher vakti Ulubatlı Hasan'ın üç hilalli bayrağı Bizans'ın surlarına diktiği gün, Batı'nın tuş olduğu gündü.
Fakat Batı, "yenilen pehlivan güreşe doymaz." misali pes etmedi.
Türk milletini bu topraklardan söküp atmak, dolayısıyla İslâm'ın da Doğu Avrupa'da ve Ön Asya'da yayılmasını engellemek için her türlü yolu ve yöntemi kullandı.
Kelimenin tam anlamıyla bu bir savaştı. Yüzyıllarca süren bir savaş!
1071 Malazgirt'ten 1683 Viyana bozgununa kadar biz taarruzdaydık, Batı savunmadaydı. Bu tarihten sonra Batı taarruza geçti, biz savunmaya.
Kolay olmadı bu toprakları savunmak!
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”
diyerek vatan coğrafyasında kanla sulanmadık bir karış yer bırakmadık.
Gücümüz bir yere kadardı. Yıldırım gibi girdiğimiz yerlerden devrile devrile geri çekilmeye başladık.
Nihayet 10 Ağustos 1920'de Paris'in 3 km. batısında Sevr Porselen Fabrikası'nın konferans salonunda öğleden sonra saat 16.00'da ölüm fermanımızı kendi ellerimizle imzaladık.
Masanın bir tarafında biz vardık, diğer tarafında on üç Avrupa ülkesi!
Çoban ateşinin etrafında fırsat kollayan aç kurtlar gibiydiler.
İngiliz Lord Curzon, "Türkler bir veba çıbanıdır." diye haykırıyordu.
ABD Dışişleri Bakanı Cabot Lodge, "Türkiye uygarlığın başına beladır." diyordu
Fransız Başbakanı Clemenceau, "Türkler uygarlık dışı bir toplumdur." diye salyalarını akıtıyordu.
İngiltere Başbakanı Lloyd George o gün "Turkey is no more!" yani "Türkiye artık yoktur!" demişti.
Ancak 9 Eylül 1922'de Türk süvarilere İzmir'e girdiği gün, siyasî hayatı sona erdi ve dünya "Lloyd George is no more" dedi.
O gün, kökleri çok derinlerde olan koca çınarı kökünden sökmek istediler; ancak sadece dallarını budayabildiler.
Suriye, Irak, Filistin, Hicaz o gün gitti.
Kürdistan fikrinin tohumları o gün atıldı.
Kıbrıs ve Ege adalarındaki haklarımızı o gün kaybettik.
150 sayfaya sığdırılabilen ve 433 maddeden oluşan Sevr Antlaşması'nın 88-93 maddeleri Ermenilerle ilgiliydi.
Sınırlarını ABD Başkanı Wilson'un çizdiği Trabzon, Erzurum, Van, Bitlis vilayetlerimizi içine alan Büyük Ermenistan fikri o gün doğdu.
Ne var ki Mustafa Kemal adında bir kahramanın önderliğinde şahlanan bu millet, Sevr paçavrasını yırtıp tarihin çöplüğüne attı. Öyle bir mücadele verdi ki bu millet, dünya bir kere daha Türk'ün gücü karşısında eğilmek zorunda kaldı.
Lord Curzon, Lozan'da İsmet Paşa'ya "Şimdi kabul etmediğiniz şeyleri cebime koyuyorum; memleketiniz harap oldu, yarın para istemek için karşımızda diz çöktüğünüzde bunları teker teker çıkarıp önünüze koyacağım." demişti.
Bu sözlerini söyledikten iki yıl sonra emeline ulaşamadan öldü gitti; ancak manevi torunları o gün İsmet Paşa'nın kabul etmediği şeyleri önümüze koyuyorlar:
Yapılacak şey bellidir. Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın aşağıdaki beyitte dediğini yapacağız:
Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh
Hazır ol cenge eğer ister isen sulh ü salâh.