Dil ekmek gibi, su gibi günlük yaşantımızın içindedir ve soluduğumuz hava gibi her tarafımızı sarar; bu alışmışlıktan dolayı onun varlığını hemen hemen hissetmeyiz, hissetsek de yeteri kadar üzerine düşmeyiz. İnsanlarla, düşüncelerle, nesnelerle aramızdaki en kuvvetli iletken dildir. İnsanları, düşünceleri, nesneleri, dilin aracılığıyla kavrarız ve yine dil aracılığıyla kendimizi ifade ederiz. İşte dilin önemi bu noktada ortaya çıkıyor. Dili doğru kullandığımızda başarılı bir iletkendir; yanlış kullandığımızda ise başarısız bir iletkendir. Biz dili ne kadar iyi tanıyor, dili ne kadar iyi kullanıyorsak iletişimimiz o oranda başarılı ve etkili olacaktır. Dil bizi başkalarına, başkalarını ve nesneleri bize yansıtan bir ayna görevi görmektedir. Dili doğru kullanmak, doğru anlamak ise bu aynayı mükemmelleştirmek, geliştirmek demektir. Kullandığımız günümüz araçlarında göstergelerin, ekranların, ibrelerin bir an için bozuk olduğunu varsayalım. Bu bir felakettir. Fakat bir toplum için ondan daha büyük bir felaket vardır ki o da insanlar arasında, bir iş bölümü içinde görev alan kişiler arasında, fikir ve görüş alışverişinde bulunanlar arasında dil aynasının görevini tam olarak yapamamasıdır. Dil, bir toplumun sadece iletişimini sağlayan araç olmaktan ziyade, bir milletin düşünce ve yorumlama zenginliğini ve bağımsızlığını temsil eder. Kendi diline sahip çıkamayan, yabancı dillerin etkisinden koruyamayan bir milletin; kültürüne ve değerlerine yabancı, geçmişi ile bağları kopuk bir nesille karşılaşması, kaçınılmaz bir gerçektir. Türkçe, yalnızca Türkiye’ye ait bir dil olarak görülmemelidir. Ömer Seyfettin’in de dediği gibi: “Benim vatanımın sınırları Edirne’den başlayıp Hakkâri’de bitmez. Benim vatanımın sınırları Türkçe konuşulan yerde başlar, Türkçe konuşulan yerde biter.”. Türk dilini yaşamak, yaşatmak ve bu bilinci aşılamak yalnızca yetkililerin, öğretmenlerin ve dil uzmanlarının işi değil, bir gönül işi ve her Türk vatandaşının başlıca vazifesidir. Kendi medeniyetini yakından tanıyan, atasözü ve deyimleri konuşmalarında kullanan, torunlarına ninni söyleyip söyleten, masal dinleten, dilini seven bir nesil; aynı zamanda hepimiz için aydınlık yarınların ve yükselen Türkiye’nin habercisi olacaktır. Ancak bunu gerçekleştirebilmek için, öncelikle dilimize hâkim olmalı ve onu yakından tanımalıyız. Türkçenin zenginliğinden habersiz olan ve sağdan soldan duyduklarıyla yetinenler; dilimizi hakir görmekte, Türkçeyi dünya dili olma yolunda yetersizlikle suçlamaktadırlar. Türkçe konusundaki hassasiyeti ve kayda değer çalışmalarıyla bilinen, dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi olarak tanınan Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: “Türkçe kenarda köşede kalmış, pek az insanın konuştuğu, bugünün gereklerine, tekniğine, bilimine yetmeyecek, içyapısı zayıf, cılız, önemsiz bir dil midir? Hayır! Türkçe bir ana dildir, Hint-Avrupa, Sami-Hami ve Çin ana dil grupları gibi, Türk dilleri (Ural-Altay Dilleri) ana dil grubunun temel dilidir. Birçok lehçeleri, uzak, yakın akrabaları vardır. Baltık Denizi’nden Çin’e, Sibirya’nın tundralarından Hint’e kadar 250 milyon insan tarafından konuşulur.” Türkçenin zenginliğinin ve öneminin milletimize en iyi şekilde kavratılması önem arz etmektedir. Özellikle son yıllarda yabancı dil özentisi zirveye çıkmış; sosyal medyada, bilgisayar oyunlarında, futbolda, dükkân-mağaza isimlerinde ve en önemlisi de günlük konuşmalarda, yabancı kelimelerin kullanım sayısı artmaya başlamıştır. İlgili kurumlar ve kişiler bu konuda üzerine düşeni yapmaya çalışsalar da bu durum topyekûn bir dil bilinciyle hareket edilmediği sürece çözülmeyecektir. Dile sahip çıkmak; her şeyi dilimizin kökeninde aramak, yaşadığımız çağın işleyişinin dile yansımasına kapıları tamamen kapatmak ve Türkçeye ait görülmeyen tüm kelimelerin yerine Türkçe karşılık bulmak değildir. Bir sözcüğü dilimizden atmayı düşündüğümüzde; onun toplumdaki kabul görmüşlük ve benimsenmişlik seviyesi, kullanım oranı, kültürel işlevi ve anlatımı karşılayıp karşılamayacağı dikkate alınmalıdır. Örneğin: “akıl” sözcüğü Arapçadan dilimize girmiştir. Türkçede akıl kelimesiyle ilgili “aklı çıkmak”, “aklı ermek”, “aklı karışmak”, “aklına gelmek”, “aklı kesmek”, “aklına esmek”, “aklına uymak”, “aklı yatmak”, “akıl vermek”, “akıl yürütmek” gibi birçok deyimin yanı sıra; “Akıl yaşta değil baştadır.”, “Akılsız başın cezasını ayaklar çeker.”, “Aklın yolu birdir.” vb. gibi her biri, birbirinden güzel nice atasözümüz vardır. Bu kullanımların tümünde “akıl” sözcüğünün yerine Türkçe “us” kelimesini koymaya çalışmak ancak “akıl tutulması” olarak nitelendirebiliriz. Dilini korumak; sadece Türkçe kökenli olmayan kelimelere karşı cephe almak değil, Türkçeyi bilinçli bir şekilde kullanmak ve her kelimeyi dilimizin bir hazinesi gibi görerek en az kelime tasfiyesiyle en duru Türkçe kullanımını oluşturmaktır.
“Unutmayın! Başka hiçbir dil bilmeden sizi Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar götürecek tek bir dil vardır; Türkçe! Dilimize sahip çıkalım.” Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu