İnsanoğlunun, birçok modeli denedikten sonra kendisi için en uygun yönetim biçimi olarak belirlediği bu anlayış, tarihin farklı zamanlarında, farklı toplumlarda ve farklı biçimlerde uygulanarak çeşitli aşamalardan geçtikten sonra bugünkü şeklini almıştır.

Sadece köleler dışındaki yurttaşların haklarından bahseden, kölelerin köle olarak doğduklarını ve köle olarak yaşamaları gerektiğini kabul eden antik çağ Atina demokrasisi ile eşitliği, hukukun üstünlüğünü ve yargının bağımsızlığını önceleyen, hak ve özgürlükler üzerinde yoğunlaşan çağdaş demokrasi anlayışı arasında çok büyük fark olduğu kesindir.

Yüzyılları aşan demokrasi tarihinin aşamalarını anlatmak bu yazının sınırlarını aşacağı gibi amacı da değildir; ancak ana başlıklarla Türk demokrasi tarihinin kilometre taşlarına değinmekte yarar vardır.

Türkiye’de demokrasiyi kurma çabaları yaklaşık 200 yıl öncesine kadar uzanır.

Bazı tarihçiler ve anayasa hukukçuları 1808’de sadrazam Alemdar Mustafa Paşa ile “âyan” tabir edilen taşradaki yerel yöneticiler arasında imzalanan ve tarihe “Sened-i İttifak” olarak geçen sözleşmeyi, merkezi yönetimin ve padişahın bazı yetkilerini kısıtlaması nedeniyle, Türk demokrasisinin başlangıcı kabul ederler.

1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı bir diğer adıyla Gülhane Hatt-ı Hümâyunu; 1876’da kabul edilen Kanûn-i Esâsî ve Meşrutiyet’in ilanı; Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu veya bir diğer adıyla 1921 Anayasası, üç yıl sonra yeniden düzenlenerek yürürlüğe giren 1924 Anayasası demokrasi tarihimizin kilometre taşlarıdır.

Kazım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele), Rauf (Orbay), Dr. Adnan (Adıvar) gibi önemli isimlerin 1924 yılında kurdukları Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile 1930’da İstanbul’da Fethi (Okyar) Beyin başkanlığında kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ise çok partili demokrasiye geçiş yolunda başarısız denemeler olarak tarihte yerini almıştır.

CHP içinde muhalefet kanadın temsilcileri olarak Celal Bayar, Adnan Mendreres, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından, Türkiye’de demokratik yöntemlerin daha geniş şekilde uygulamaya geçilmesi isteğini içeren ve Dörtlü Takrir adıyla bilinen bir önerge verilmesi ile başlayan tartışmaların sonunda 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kurulmuş ve Türk milleti ilk defa çok partili sisteme geçiş yapmıştır.

14 Mayıs 1950’de çok partili sisteme geçişin en önemli dönemeci olan milletvekili genel seçimleri yapılmış, Türk milleti verdiği oylarla Demokrat Parti’yi iktidara getirmiştir.

Ne yazık ki, iktidar ve muhalefet arasındaki sert çekişmeler, Silahlı Kuvvetlerin 27 Mayıs 1960 tarihinde yönetime el koyması ile sonuçlanmıştır.

Milli Birlik Komitesi’nce bilim adamlarına hazırlatılan ve halk oylamasına sunulan 1961 Anayasası % 61 kabul oyu ile 20 Temmuz 1961’de yürürlüğe girmiştir.

“Güçler ayrılığı” ilkesine önem veren, yasama, yürütme ve yargının görevlerini detaylı bir biçimde ele alan 1961 Anayasası ile Türkiye 1980’e kadar gelir.

Siyasi partilerin bir türlü ortak bir zeminde buluşamaması ve gençler arasındaki ideolojik çatışmaların artması üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri bir kez daha 12 Eylül 1980 tarihinde yönetime müdahale eder.

Bu sefer, Kurucu Meclis tarafından hazırlatılan yeni anayasa 7 Kasım 1982’de yapılan halkoylamasında % 90’ın üzerinde oy ile kabul edilir. Birçok maddesi değiştirilen 1982 Anayasası hâlâ yürürlüktedir.

Görüldüğü gibi Türkiye’de demokrasinin gelişim süreci, oldukça önemli sorunlar yaşamış, fakat bunları aşarak yoluna devam etmiştir.

Türkiye kendi tarihsel bağlamı içinde, kendi gelenekleri ve deneyimleri ışığında demokrasi sürecini sürekli geliştirmiştir.

Bu süreç oldukça zorluklar içinde işlemiştir; ancak bu zorluklar Türk milletini yürümekte olduğu demokrasi yolculuğundan döndürememiştir.

Bugün gelinen noktada Türkiye’de demokrasinin vazgeçilmez bir yaşam biçimi olduğu konusunda tam bir görüş birliği bulunmaktadır.

Bütün anayasalarda devletin “demokratik” olduğu ya da olması gerektiği belirtilmiştir. Zaten bütün anayasalar olabildiğince demokratik hükümler taşır.

Ortak kanaate göre, demokratik bir anayasaya sahip olmak, o ülkede demokratik bir düzenin varlığını ispatlamaz.

Demokrasinin tek şartı, bireylerin seçme ve seçilme hakkını kullanmaları da değildir. Demokrasiyi, 3-5 yılda bir yapılan seçimlere indirgemek doğru bir yaklaşım değildir. Diktatörlerin yönettiği ülkelerde de seçimler yapılmaktadır. Buna karşın Danimarka, Norveç ve Büyük Britanya gibi kralların, kraliçelerin olduğu ülkelerde daha ileri düzeyde demokrasi olduğu görülmektedir.

Ülkeyi yönetenlerin seçimle iş başına gelmiş olması da onların demokratik olduklarını göstermez. Çünkü demokrasi, içselleştirilmesi, yaşatılması ve korunması gereken bir değerler manzumesidir. 

Bireyler açısından bu değerler, hak, özgürlük, eşitlik, düşünce ve inanç özgürlüğü gibi temel kavramlardır.

Yönetim açısından ise kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü ve bağımsız yargı, sivil toplumun yönetime katılımı, denetime açık şeffaf yönetim demokratik değerlerin en başta gelenleridir.

Siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranların, şatafatlı sözlerle ve hamaset cümleleriyle bu değerleri çarpıtarak kendi lehlerine kullanmaları ve kavramların içini boşaltmaları, demokrasiye yönelik eleştiri ve şüpheleri artırmaktadır.

Kurumlara olan güven azalıyorsa, ülkeyi yönetenler, anti-demokratik usullerle demokrasinin araçlarını kendi siyasi çıkarları için kullanıyorsa ve en önemlisi halkın sesini duymuyorsa demokrasi tehdit altında demektir.