Devlet, devlet adamları tarafından yönetilir.
Dünyanın her yerinde, devletin karar alma süreçlerini yöneten ve bu kararları uygulama yetkisine sahip kişiler kamuoyu nezdinde birinci derecede sorumludurlar.
Bu nedenle devlet yönetiminde aksamalar ve toplum nizamında bozulmalar ortaya çıktığında ilk akla gelen ve söylenen kavram “kaht-ı ricâl”dir.
Kaht-ı ricâl Arapça bir ifade olup “devlet adamı kıtlığı” anlamına gelir. Yani nitelikli, liyakatli, dürüst ve ehil devlet adamının olmaması ya da kıt olması demektir.
Bir başka ifadeyle, krizleri yönetebilecek, problemleri çözebilecek ve topluma yeni ufuklar açabilecek bilgi ve feraset sahibi yöneticilerin olmaması ya da az olmasıdır.
Kaht-ı ricâlde makamlar boş değildir, mutlaka oralarda oturan birileri vardır; ancak onlar o makamların adamı değildirler. O makamlara liyakatli oldukları için değil sadakatli oldukları için gelmişlerdir.
Kaht-ı ricâl kavramı, kültürümüze 19. yüzyılın başlarında girmiş ve 20. yüzyılın başlarında doruğa çıkmıştır.
Osmanlı devlet teşkilatını oluşturan üç temel meslek grubu vardı: seyfiye, kalemiye, ilmiye.
Bunlardan seyfiye askerî zümreyi, kalemiye bürokratları, ilmiye ise eğitim ve yargı işlerini yürüten ulema sınıfını temsil etmekteydi. Bu üç sınıfın bozulması ve yozlaşması koskoca bir imparatorluğu çöküşe götürmüştür.
“Âsaf” mahlasıyla şiirler yazan Mahmud Celâleddin Paşa (ö. 1903) edebiyat tarihimizde “Kaht-ı Ricâl Kasidesi” olarak bilinen 73 beyitlik manzumesinde, Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılın son çeyreğindeki siyasi, sosyal ve askerî durumunu gözler önüne serer.
Aynı zamanda Sultan Abdülmecid’in kızı Seniha Sultan’la evlenerek saray damadı olan Mahmud Celâleddin Paşa, meşhur kasidesinde devlet ricâli için çok ağır ithamlarda bulunur. Onların altına ve paraya taptıklarını, sahte peygamber Müseyleme’ye rahmet okutacak ve onu aratmayacak derecede yalancı ve riyâkâr olduklarını, şeytanın bu uğursuz, hayırsız, dalkavuk ve yalancılarla bir olduğunu söyler.
Kaht-ı ricâl tartışmaları cumhuriyet tarihi boyunca da devam ederek günümüze kadar gelmiştir.
Edebiyat tarihçisi ve şair Tâhirülmevlevî (ö. 1951) de bir şiirinde vatanın devlet adamı sıkıntısını çektiğini ve Allah’tan devleti yönetecek adamlar göndermesini şu şekilde niyaz eder:
Bu adamlar ne vakit bizde zuhûr eyleyecek
Mülkü, himmetleri gülzâr-ı sürûr eyleyecek
Bunları memlekete bahş ile ey Rabb-i ibâd
Şu harâbe vatanı bâri sen eyle âbâd
Bugünkü kaht-ı ricâl’in en önemli sebebi devletin kendini yönetecek donanımlı insanları yetiştirmek için bir politikasının ve Osmanlıdaki “enderûn” gibi bir eğitim kurumunun olmamasıdır. Ehil ve liyakatli insanlar tesadüfen ya da kendiliğinden ortaya çıkmazlar; elbette onları yetiştirecek eğitim kurumlarının olması gerekir.
İkincisi ise yetişmiş liyakatli insanların kıymetinin bilinmemesidir. Nitekim 2 Kasım 2024 tarihinde bu köşede yayımlanan “Beyin Gücü ve Beyin Göçü” başlıklı yazımda da belirttiğim gibi alanında liyakat sahibi on binlerce vatan evladı kıymeti bilinmediği ve uygun ortamlar sağlanmadığı için ne yazık ki yabancı ülkelere gitmek zorunda kalıyor.
Bir ülkede kaht-ı ricâl yaşanıyorsa devlet hiyerarşisi birbirine girer, kurumlar hantallaşır, iş görmesi gereken memurlar savsaklama illetine yakalanır. Bilgi ve tecrübe değil dalkavukluk ve şaklabanlık prim yapar. Liyakatin yerini sadakat alır. Kayırmacılık, torpil ve rüşvet yaygınlaşır. Toplum geneline “bal tutan parmağını yalar” ve “gemisini kurtaran kaptan” anlayışı hâkim olur.
Bir ülkede kaht-ı ricâl yaşanıyorsa o ülkede kaotik bir ortam var demektir. Değer yargıları aşınmış; ahlâk, adalet, vicdan, saygı, sevgi, vefâ ve dürüstlük gibi kavramlarının içi boşalmış; kısacası toplum nizamı kökten bozulmuştur.
Bir ülkede kaht-ı ricâl yaşanıyorsa yardımlaşma ve dayanışma ortadan kalkmış, toplumsal menfaatler yerine bireysel menfaatler öne çıkmış ve “altta kalanın canı çıksın” sözü bir prensip haline gelmiştir.
Atatürk’ün, “Toplumsal gelişmenin de çürümenin de temelinde yöneticilerin tavrı yatar.” sözü tam da bu gerçeği işaret eder.
Bugün yaşadığımız tüm problemlerin temelinde sadece kişilerin yetersizliğini aramak, meseleleri kaht-ı ricâl ile açıklamak, kurumları ve sistemin yapısal özelliklerini göz ardı ederek kişiler üzerinden bir kanaat getirmek doğru değildir.
Bana göre kaht-ı ricâl, sebep değil sonuçtur. “Demokrasi”, “adalet”, “şeffaflık”, “liyakat” ve “kurumsallık” gibi değerlerin rafa kaldırıldığı siyasal kültürümüzün kaçınılmaz bir sonucudur.
Bu değerler silsilesinden yoksun toplumların donanımlı, nitelikli ve ehil bireyler yetiştirmesini beklemek de o derece boşunadır.