Yalan söylemek, dünyanın her yerinde eski çağlardan beri yanlış ve çirkin, buna karşılık dürüstlük ise doğru ve saygıdeğer bir davranış olarak kabul edilmiştir.

Topluma yön verme, rehberlik etme konumundaki insanlar bile her gün vicdanları sızlamadan, yüzleri kızarmadan, dilleri titremeden yalan söylüyor.

İslâm dininde yalan söylemek münafıkların vasıflarından sayılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadislerinde; “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu vakit yalan söyler; söz verdiğinde sözünden döner, emanet edilen şeye ihanet eder.” buyurmuştur.

Kur’ân’ı Kerîm’de yalanın kötülüğünü belirten ve yalandan sakınmayı tavsiye eden birçok âyet bulunmaktadır. Yalan kelimesinin Arapça karşılığı olan “kezb” kavramı, çeşitli türevleriyle tam 382 yerde geçer.

Yeryüzünde ilk yalan söyleyen şeytandır. Şeytan, Hz. Âdem’e yalan söyleyerek onu kandırmış, Allah’ın yasakladığı meyveden yedirmiş ve cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştur. Ayrıca yemin ederek, kendisinin iyi niyetli olduğunu ifade etmiştir. Buradan anlıyoruz ki yalancıların bir özelliği de bol bol yemin etmeleridir.

Yûsuf Sûresi’nde anlatıldığına göre Hz. Yusuf’un kardeşleri de yalancıdır. Babaları Hz. Yakup’a, önce kardeşleri Yusuf’un da kendileriyle gelmek istediğini söylemişler ve onu çok iyi koruyacaklarına dair söz vermişler; ancak sözlerinde durmamışlardır. Sonra Yusuf’u kör kuyuya atmışlar yine babalarına, Yusuf’un hayvan kanı bulaştırılmış kanlı gömleğini göstererek “Yusuf’u kurt yedi” demişlerdir. Sonrası mâlum.

Hz. Peygamber yine bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Sizi, kelebeğin ateşe tabi olması gibi yalana tabi olmanıza iten nedir? Şu üç özel durum dışında yalan söylemenin hepsi Âdemoğluna haramdır:

1.Hoşnut etmek için erkeğin hanımına yalan söylemesi,

2.Savaşta yalan söylenmesi, zira savaş hiledir,

3.İki Müslümanın arasını düzeltmek için kişinin yalan söylemesi.”

Bizim bu hususta örnek alacağımız kişi Hz. Peygamber’dir. O, en doğru insandı, O’nun dostları bir tarafa, baş düşmanları bile doğruluğunu itiraf etmekten kendilerini alamamışlardır.

Bu hususta İslâm’ın baş düşmanı Ebû Cehil’in bit itirafını anlatırsak, başka söze gerek kalmaz sanırım:

Bedir savaşı olacağı gün müşriklerden Ahnes bin Şerik, Ebû Cehil’e hitaben, “Ya Ebu’l-Hakem, burada senden ve benden başka kimse yok. Doğru söyle, Muhammed sâdık mıdır, yalancı mıdır?” demişti.

Ebû Cehil’in cevabı çok açıktır: “Vallahi Muhammed sâdıktır, doğrudur. O, hayatında hiç yalan söylememiştir.”

Son olarak şunu söyleyebiliriz: Yalanın sahibine ve aldatılanlara sağladığı menfaat daima geçicidir. Çoğu durumda işlevsel olabilen yalan, genellikle geçici bir rahatlık temin eder. Yalan, ahlâkî anlamda hakikatin düşmanıdır, güveni kırıcıdır ve kötülüklerin kaynağıdır. Çoğu zaman iftira, manipülasyon gibi etik dışı davranış biçimlerini de kapsar.

Müslüman yalan söylemez, kimseyi aldatmaz. Müslüman iftira atmaz, aslı olmayan bir suçu başkasına yakıştırmaz. Müslüman hak ve hakikati gözetir, kul hakkı yemez.

Bunlar dinin özünü teşkil eden temel prensiplerdir. Bunları bilmek ve söylemek için İlahiyatçı olmaya gerek yoktur. Bütün mesele hayatın her anında bu düsturlara uymak ve sırât-ı müstakîm (doğru yol) üzere yaşamaktır.

Ne yazık ki, yalana gark olmuş garip bir toplum olduk. Kul hakkı yemenin ise sınırı yok. Büyük bir belâ girdabına düşmüşüz. Bu girdaptan nasıl çıkarız, bilmiyorum.

En iyisi Ali Ekber Çiçek’ten alınan şu Erzincan türküsüne kulak verelim:

Solmazsa dünyada güzeller solmaz,
Bu dünya fânidir kimseye kalmaz.
Yalan dolan ile sofuluk olmaz,
Mümin olan bekler berayı gönül.